25 Kasım 2016 Cuma

DİŞ AĞRISI



Zubnaya Bol (Diş Ağrısı)
VladimirLebedev
1920

24 Kasım 2016 Perşembe

ÖYKÜCÜLERE SORDUM:10

"Eserin ilk hâli bok gibidir" demiş Ernest Hemingway.
İlk taslak ortaya çıktıktan sonra, yazarını bekleyen zor görevdir, yeniden yazmak, bozmak, kulağı tırmalayan, fazladan anlatılmış, gereksiz ayrıntıları silmek, beklemek, metne defalarca yeniden dönmek.... Hiç bitmeyecek gibi görünen yeniden yazma süreci sizin için ne zaman biter? Dergilerde yayımlanan öykülerinizi kitaba alırken ya da kitapların sonraki baskılarında herhangi bir değişiklik yapar mısınız? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?


Yazdıklarımda değişiklik yapma isteği benim için belalı bir takıntıdır. İster artık tamamlandığını düşünüp bir dosyaya attığım öyküler olsun, ister yayımlansın her okuyuşumda bir aksaklık, hoşuma gitmeyen bir yan bulurum yazdıklarımda. Daha iyisini yapabilirdim duygusu kemirir içimi.  Bu yüzden öykülerimi yayımlandıktan, kitaba girdikten sonra okumaya korkarım. Korka korka okurum yine de.
Aysun Kara


Bir öyküyü bitirdiğim ilk an, müthiş bir eser ortaya koymuşum gibi hissederim kendimi. Rahatlama, mutluluk, başarmanın gururu gibi duygular içimden gelip geçer. Birkaç gün sonra geri dönüp baktığımda aynı Hemingway’in güzel tanımı gibi düşünürüm. “Bu ne lan? Sen ne yazdığını sanıyorsun? Buna öykü mü diyorsun?” gibi sözlerle kendimi sigaya çekerim. Dönüp dönüp düzeltirim en sonunda ne ilk ne de ikinci ruh halini hissederim, sadece öykünün tamamlandığını hissederim.

Dönüp dönüp bakmalar, kendini kaptırırsan hiç bitmez çünkü mükemmel metin yoktur. İçime sindiği zaman biter diyeyim. Bu bazen oldukça kısa sürede olur bazen de yıllar sürer. Dergilerde yayınlanan öykünün günahı olmaz diye düşünürüm, yani günahı olsa da Allah affeder. (Okur affetmez o ayrı… J) Bir öyküyü kitaba alırken ya da kitabın sonraki baskılarında öze ilişkin radikal değişiklik yapmayı, kendi adıma uygun bulmuyorum. Ama imla ve anlatımda ufak tefek değişikliklerle mükemmel olmasa da en iyisine ulaşmaya çabalarım.  
Mehmet Fırat Pürselim

Aslında önemli olan eserin son halinin bok gibi olmaması.

“Daktilonun (bilgisayarın/kağıt-kalemin) çağrısına hayır demeyi bilmedikleri için kendini dahi zanneden insan sayısı çok,” diyor aynı zamanda Hemingway.

Günümüzde bakıyoruz hâlâ ilk hâl gibi duran öyküler, kitaplar var. Yazarın vazgeçemediği sözcükler, cümleler var. En kötüsü vazgeçemediklerini bizim de biliyor olmamız. Öykünün fazladan bir sözcüğe tahammülü olmadığı biliniyor mu, çok emin değilim.

Ben silmem. Silgi kullanmam. Kusursuzluğumdan değil. Tükenmez kalemle yazdığımdan (Ah! emojiler neredesiniz?). Yanlış kullandığım sözcüklerin veya eksiltileceklerin üstünü çizip yanına, altına, boş bulduğum bir alana, düzelttiğim sözcüğü yazıyorum. Böylelikle metindeki çapaklı ve yanlış sözcüklerime de sahip çıkmış oluyorum. Metin bir kez daha okunduğunda o cümlenin/sözcüğün yenisini eskisiyle birlikte görmek, insanın metninde nasıl bir yol izlediğini de göstermesi açısından önemli diye düşünüyorum.

Metni bozup yeniden yazma hâli bitecek bir hâl değil. Bunun bende abartılı bir hâl aldığını kabul ediyorum. Ama kendimi bunu yapmaktan da alıkoyamıyorum. Dergiden ziyade kitap baskısına kadar bu tekrar okumalar, düzeltmeler bitmiyor. Sonra da diyorum ki; “Öykü de biraz kusurlu olmalı, tıpkı hayat gibi”, çok kurcalama Murat…
Murat Darılmaz


Ben okur tarafından başkasına anlatılarak tüketilebilecek türden öyküler yazmayı sevmiyorum. Başka bir ifadeyle, salt ilginç olduğu için kaleme aldığım olaylara, ‘gelecekte beni farklı bir şekilde esinleyebilecek not’tan başka paye vermiyorum. Yazarken kaçak oynamadığımdan emin olmak istiyorum. Yazdığım metni okuyanın kalemin bana ait olduğunu tahmin edebilmesini hedefliyorum. Hepsi bir araya geldiğindeyse tuhaf bir haz duyuyor ve öykünün bittiğini seziyorum. Buna rağmen kitaplaşacak öykülere ilave işçilik gerekebiliyor. Bir dergide ya da kitapta önceden yayımlanmış olsa dahi, tekrarlar, kakafoni, gereksiz açıklamalar ve benzeri, ne varsa, ki olabiliyor, onlara müdahale etmekten hiç kaçınmıyorum.
Reyhan Yıldırım


Yazdığım öyküler kitapta yayımlandıktan sonra, onlarla ilgili yazma sürecim de zihnimde tamamlanmıştır ama yine de kitaba göz attığımda, kendimi bazen şu cümle şöyle daha iyi olmaz mıydı diye düşünürken bulurum. Ben yapı olarak da zor yazabilen biriyim, taslak tamamlandıktan sonra üzerinde oynamayı, eksiltmeler yapmayı ve sesli okumalarla özellikle diyalogların doğal bir akış içinde olup olmadığını kontrol etmeyi severim. Dergilerde yayımlanan öykülerimi kitaba alırken az ya da çok mutlaka değişiklikler olur, kitaplarımın yeni baskılarında da minik dokunuşlar yapma gereğini hissetmiştim. Metnin dili, ritmi ve atmosferi benim için önemli olduğundan, üzerinde titizlikle çalışılması ve hak ettiği zamanın verilmesi gerektiğini düşünürüm.
Suzan Bilgen Özgün


23 Kasım 2016 Çarşamba

USTA ÖYKÜ ANLATICI ÜZERİNE



Herhangi bir şeyin ustası olmak birkaç yıl, hatta bir on yıl değil, bir ömür ister. Tamamen sanata dalmak ister. Sadece yirmi ya da en çok otuz yıldan sonra “ustalık” iddiasında  bulunmak, bireysel anlatıcılar olarak bizim ya da bir bütün olarak bu alanın kendini beğenmişliğidir.
Usta bir öykü anlatıcı kendini gösterdiğinde, bu konuda hiçbir kuşku olmaz. Hemen tanınabilen, muhtemelen anlatması zor bir  niteliği olur. Yıllarca ya da bir ömür boyu belli bir öyküyü  yaşadıktan sonra o öykü anlatıcının psişesinin bir parçası  haline gelir ve anlatıcı öyküyü içeriden anlatır. Bu nitelik pek sık görülmez.
Beceriklilik yeterli değildir. Ustalık rahat konuşmakta, hünerde, izleyicinin katılımını sağlama numaralarında değildir. Öykü sevilmek için, para ya da şöhret için anlatılmaz. Ustalık başka insanların öykülerini anlatmak değildir. Öykücü  izleyiciler arasında belli birini  ya da belli birilerini memnun etmeye çalışmaz; kimseyi memnun etmeye çalışmaz.  Öykü anlatmak, kendi iç sesinize kulak vermek, sonra da sadece bir anekdot ya da şaka bile olsa, her öyküye yüreğinizi ve ruhunuzu koymaktır.
Usta bir anlatıcı  performans sanatlarında; harekette, zarafette, seste ve diksiyonda yetenekliolmalıdır. Şiirael açıdan usta, "dili germeye" çalışır. Büyüsel açıdan usta, ilk sözcükten son bıktırıcı imgeye kadar bir büyü kurmalıdır. Dünyadaki çalışmaları ve hayatı en  eksiksiz şekilde yaşayarak kazandığı anlayış  sayesinde anlatıcı izleyicinin kim olduğuna ve  ihtiyaçlarının ne olduğuna dair esrarengiz bir duyuma sahip olur. Gerçek bir usta , izleyici için o anda tam olarak doğru olan öyküler seçer.  Bu seçimleri yapabilmek  çok geniş ve önmeli  bir repertuvar gerektirir. Usta bir anlatıcıyı  diğerlerinden  en çok ayıran şey, repertuarın yelpazesi ve niteliğidir.
Büyük bir repertuvar yavaş yavaş kurulur. Mükemmel anlatıcı öykünün içini dışını bilmekle kalmaz, öykü hakkındaki her şeyi de bilir. Öyküler bir boşluk içinde var olmaz. 
Steve Sanfield 
Şair ve öykü anlatıcısı 

Kaynak 
Kurtlarla Koşan Kadınlar 
Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler 
Yazan Clarissa P. Estes 
Çeviren Hakan Atalay 
Ayrıntı Yayınları 

20 Kasım 2016 Pazar

Mehmet Fırat Pürselim ile Söyleşi



Mehmet Fırat Pürselim iki yeni kitaplar okur karşısında. Akılsız Sokrates (Alakarga Yayınları/öykü) ve Kumsalda korku hikâyeleri (Rodinya Kitap/gençlik korku) 
Pürselim ile Türk dünyasının korku mitlerinden beslenen gençlik korku kitabı Kumsalda korku hikâyeleri üzerine konuştuk. 


Fırat, Kumsalda korku hikâyeleri Rodinya Kitap’tan yayımlandı ve fuarda okurlarla buluştu. Tebrik ederim. İlk tepkiler nasıl?
Çok teşekkürler Tuğba. Kitap çok yeni o yüzden ben de merakla tepkileri bekliyorum. Sınırlı sayıda olmakla birlikte, çeşitli yaşlardan okurun korktuğuna dair geri dönüşler aldım. Sonunun çok çarpıcı olduğunu, Kumsalda’yı merakla ve bir solukta okuduklarını söylediler. Ha bu arada kapağı çok beğenildi. Bu vesileyle kapak ve iç resimlerimizi çizen Selma Akaltun’a da teşekkür ve sevgilerimi gönderiyorum. Kitabı ilk okuyanlardan biri de sensin, sen nasıl buldun? (Röportajda çığır açtım, sanırım. J) 

Türk dünyası, korkunun mitleri bakımından zengin olmasına karşın, iş yazılı edebiyata geldiğinde türün az sayıda, çocuk ve gençlik alt kategorisinde ise daha da az sayıda örneği olduğunu görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsun?
Az olduğunu biliyordum ama bu kadar da zannetmiyordum. Kitap çıktıktan sonra tasnif edildiği fantastik/korku türünde ürün veren oldukça az sayıda yerli yazarın bulunduğunu hayretle gördüm. Haklısının bizde korku mit ve hikayeleri yaygındır ve evde, kahve, kumsalda (J) sıklıkla anlatılır. Anlatırken bu denli sık olan bir şeyin yazarken seyrek olması yazıyla uzak ilişkimizden kaynaklandığı kadar, bu türün edebiyatın içinde sayılmamasından da -hele de gençlik alt kategorisinin tavuğun suyunun suyu gibi görülmesinden- kaynaklanabilir. 90’ların sonlarından itibaren tercüme eserleri ilk okumaya başladığımızda yazıldığı dünya için bilindik kavramlar olan ama bizim çözmekte zorlandığımız pek çok karakter ve kavramla karşılaştık: Elfler, cüceler, druidler, Sabbatht ayinleri vs. Bunları yerine oturtana kadar canımız çıktı. Ben de daha bizden Türk ve İslam mit ve kaynaklarından beslenen hikâyeler anlatmak istedim.

Kitapta yer alan öyküler, sözlü halk geleneğine ait efsanelerden el alıyor. Kısa anlatılar, uzun tasvirlere yer yok, daima şahitlikle açılıyor. Türk Dünyasının Mit, Masal ve Efsanelerinin senin yaşamında ve yazın hayatında önemi nedir? 
Öyküler aslında her birine masalcı da diyebileceğimiz kahramanlar tarafından anlatılıyor. Tıpkı geçmiş zaman saz aşıkları, destancıları ya da dengbejleri gibi. Halk edebiyatı geleneğinden gelenler kadar modern öyküler de var. Ama özellikle öykü içinde öykü olarak adlandırabileceklerimiz tam da söylediğin biçimde kısa anlatılar, az tasvirlerle olaya odaklanmış, geleneğe sırtını dayayan metinler, çok sevdiğim masalcılara selam gönderme niteliğinde.
Masal ve mitlerin, okuduklarımda ve yazdıklarımda ne kadar önemli yerleri olduğunu, -benim gibi bir masal aşığı olan sen de- çok iyi biliyorsun. Bu konuda birlikte çalışmalar da yaptık. Sadece Türk Dünyası değil, tüm dünya masal ve mitlerine karşı ilgim var. Bu konularda yoğun okumalar yaptığım gibi Avrupa masallarıyla Anadolu masallarını karşılaştırıp kaynaştıran bir araştırma yapıyorum. Binlerce sayfa okudum, yüzlerce sayfa yazdım; deli bir iş araya başka projeler de giriyor ama günün birinde tamamlayacağıma inanıyorum. Dünya üzerinde yazılmış pek çok büyük romanın özünde masal ve mite dayandığını, bu kaynaklara inmeden değil edebiyatı hayatı anlamamızın bile zor olduğunu düşünüyorum. Masalsı edebi metinlerimiz özellikle de öykülerimiz oldukça sınırlı. Oysa büyülü dünyaları var. Son dönemde senin ve sevgili Berna Durmaz’ın kimi öykülerinde bunu nefis biçimde becerdiğinizi görüyorum. Ellerinize sağlık. Sizin yaptığınız öyküyle masalı birleştirmekti, ben de bu kitaptaki kimi öykülerde korkuyla masalı / miti birleştirmeye çalıştım.
Kitapta, 1001 Gece Masalları’nda olduğu gibi çerçeve öyküler var. Kitabın kahramanlarından biri ve anlatıcı olan Tufan, bir yaz gecesi kumsalda, ateşin başında tanıştığı arkadaşlarının hikâyelerini bize aktarıyor aynı zamanda öyküler arasında bir köprü vazifesi görüyor. Bu anlatım tekniğinin, genç okurun zihninde kısa süreli de olsa kafa karışıklığı yaratabileceğini düşündün mü?
Çatı hikâye ve onun altında sıralanan hikayeler ve hatta kimi hikayelerin içinde de alt hikayeler var. Bu 1001 Gece Masalları’nda, Decameron’da kullanılan teknikle benzer. Salt bağsız hikâyeler anlatmak istemedim, bunları bir çatının altında toplayarak, tıpkı Şehrazat gibi hem ilgiyi canlı tutmaya çalıştım hem de okura iki hikâye arasında soluklanma şansı tanıdım. Belki bu tarza yabancı olan okur için bir kafa karışıklığı yaratabilir ama çatı hikâyenin de boşuna olmadığını ve onun da aslında sırlar barındırdığı fark etmeye başladığında bence taşlar yerine oturacaktır. Romanın sonunda, okurun “Vay be!” diyerek hınzır bir gülümseyişle birlikte aydınlanma yaşamasını isterim.    
Şehrazat bu öyküleri hayatta kalmak için anlatıyordu. Tufan neden anlatıyor?
Tufan… Tufan… Zor olacak ama sonunu söylemeden, cevap vermeye çalışacağım. J Görüntü silinip de ses duyulmaya başlandığında en karizmatik kişi en iyi hikâye anlatandır. İnsanlar kendilerine en iyi yalanı söyleyeni başlarına yönetici yaparlar en yakışıklı olanı değil. Kadim zaman şifacıları, kahinleri, bilgeleri en iyi hikâye anlatanlar olurdu. Hepimiz başımızdan şöyle havalı, insanların ilgisini çekecek bir macera geçmesini isteriz. Hele de 18 yaşındaysak, kumsalda ateşin başında toplanmışsak, hoşlandığımız birilerinin ilgisini çekmeye çalışıyorsak, herkes dehşetli hikâyeler anlatıyorsa, bizimse anlatacak ilginç bir şeyimiz yoksa kendimizi çok soluk hissederiz. En soluk resim Tufan bize hikayeleri anlattıkça renkleniyor, kitabın sonuna geldiğimizde rengarenk bir kişiliğe bürünüyor. ‘Kanlı canlı’ derler hani öyle gözüküyor diyebilir miyiz?... Neyse neyse daha fazla anlatmayacağım.     

17 Kasım 2016 Perşembe

YAVAŞLADIKÇA ÇOĞALIYORUM(*)

Yazım süresinde bana eşlik eden müziktir:

Kurmacabiyografiler üç yaşında.
Bloğu açarken, ilk yazıyı yayımlarken, bu yolculuğun ne kadar süreceği, nerelere evrileceğiyle ilgili en ufak fikrim yoktu. Ağırlıklı olarak edebiyat ve yaşama dair yazılar paylaşmayı ve düzenli güncellemeyi amaçlamıştım. Herhangi bir yayın kurulununun onayını almadan, yayın listesine girdiği halde haftalarca, hatta aylarca beklediğim, akıbeti belirsiz metinlerin aksine, yazdığım anda paylaşabilmek büyük özgürlük olacaktı, hissedebiliyordum. Bu büyüye kapılıp peşi sıra yazıp sonra soluğum kesilmişcesine durmayacaktım. Ayda 8 yazı, ne eksik ne fazla... Hedefim buydu.
Çoğu, durgun bir nehir yatağında akar gibi gidiyor blog yolculuğu. Bazen sular çekiliyor, neredeyse kuruyor, biraz uğraşla, görev bilinciyle tamamlıyorum. Pek de hoşuma gitmiyor. Paylaştığım yazılar, tatsız tuzsuz, mekanikmiş gibi geliyor, hissetmemişim gibi, okuyanı kandırıyormuşum gibi... Tuhaf, tekinsiz hisler geliyor yakama yapışıyor.  Niye ayda 8 yazı sözü verdim sanki diye didikliyorum kendimi. Tutmasam ne olacak ki diyorum. Ama oyun alanımı bırakıp gidemiyorum. Sanki burayı bırakıp gidersem, hepten yenileceğim. Sarı bir çiçek bir daha asla yolumu kesmeyecek yürürken. Kediler bacağıma dolanmayacak, kucağıma atlayıp yayıldıkça yayılmayacak. Gülüşlerimiz sararacak, solacak.
Dışarıda bu kadar zulüm, bu kadar şiddet varken yaşamak, kalın ve aşılmaz gibi görünen duvara toslamak gibi. Hep aynı düşünceler tekrarlıyor zihnimin içinde. Aynı yılgın düşüncelerle oturuyorum, düşünüyorum, konuşuyorum, ben kendimden bezmişken, içinden yeni bir anlam çıkmayacak cümleleri neden sıralayayım ki diye düşünüp küsüyorum kâğıda, kaleme... Okuyamıyorum, yazamıyorum, yaşayamıyorum, göğüs kafesimde bir ağırlık taşıyamıyorum. Haberleri izlemeyi, gazete okumayı bırakıyorum. Zevk alabileceğim küçük şeyler bulmaya çalışıyorum kendime. Hayatı sadeleştirmenin yollarını arıyorum, basit mutlulukların... Bu minik ihtimaller üzerine yürüyorum. Portakal, mandalina kabukları biriktirip evde yüzey temizleyici yapmayı deniyorum. Güzel bir film izliyorum. Arkadaşlarıma yemek pişiriyorum. Yavaş yavaş olağan ve normal olana yaklaşıyorum. Ancak o zaman kitap okuyabiliyorum. Dışarıyı, içeriyi, bedenimi, ruhumu her şeyi unutup, sayfaların içinde kaybolabiliyorum. Okuduğum metin bir anahtar, bende define avcısı... Ardı sıra kapalı kapıları açmaya çalışıyorum, bir oraya bir buraya savruluyorum. İşte en az kuraklık kadar verimsiz bir başka dönem kapıda. Coşkulu, hevesli, bir o kadar da maniğim çünkü. Onlarca parlak fikir, zihnimi kamaştırıyor. Not defterlerim yarım bırakılmış cümlelerle doluyor. Hiçbir fikrin sonu gelmiyor. Coşku yavaş yavaş soluyor, yerini hayatımın her alanına sirayet etmeye çalışan bir eylemsizlik hâli alıyor. Bir kızım olmasa, ona bakmam gerekmese, günlerce parmağımı kıpırdatmadan durabilirmişim gibi hissediyorum. Bunu deneyimleyebilmenin yolu yok ama merak ediyorum. Yavaşlığın sınırı ne? İnsan aynı pijamayı üzerinden çıkarmadan kaç gün yaşayabilir? Ya da evden hiç çıkmadan...
Yavaşlamak istiyorum. Beden farkındalığı atölyesi yardımıma koşuyor. Zihnimde hiç durmadan konuşan ve birbiriyle çarpışan sesleri susturmaya, beyaz bir boşluğun içindeymiş gibi sessiz, sakin, kıpırtısız oturmaya çalışıyorum. Zihnimin koridorlarının usul usul boşaldığını, tatlı bir esintinin hiçbir yere çarpmadan dolaştığını hayal ediyorum. 
Dışarıdaki tüm kirliliğe inat ağır usul konuşmak istiyorum kendimle. Ruhumu hatırlasam bedenimi unuttuğum, bedenimle ilgilensem ruhumu görmediğim dönemlerin aksine ikisini bir arada tutmaya çalışıyorum. Bana fısıldayıp duranın yalnızca ruhum olduğuna inandım yıllarca. Şimdi kelimeleri unutuyorum, sözlük anlamlarını ve de mecaz anlamlarını. Bedenime bakıyorum, ona kulak veriyorum. Fısıldadıklarını işitebilmek için kelimelere ihtiyaç duymadan, anlamak çabasını bir kenara koyarak, sezmeye çalışıyorum. Ana dilini öğrenmeye çalışan bir bebekten farkım yok. İzliyorum ve dinliyorum.
*Yazının başlığı, Kjersti Skomswold'un Jaguar Kitap tarafından dilimize kazandırılan Hızlandıkça Azalıyorum romanından esinle konulmuştur.

16 Kasım 2016 Çarşamba

NASIL YAZIYORLAR? (5)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte beşincisi: Edip Cansever



Yeni bir şiire başlıyorsam eğer, kafamda mutlaka sözcüklere dönüşmemiş bir söz akımı vardır. (Yokuştan çıkan bir kamyonun ağır temposu da olabilir bu, yüz metre koşan bir atletin hızlı temposu da). İlk birkaç dizeyi yazdıktan sonra, onları, içimde bulunduğum ruh haline yakınlaştırarak istediğim sesi ve kıvamı elde etmeye çalışırım. Çünkü ilk dizeler her zaman yabancıdır bana. Sanki dizeler benimle değil de ben dizelerle uyuşmak onları uysallaştırıp evcilleştirmek zorundayımdır. 

Alıntı, Portreler belgeselinden 
https://www.youtube.com/watch?v=6wyEvfvG3Fw