28 Ekim 2016 Cuma

Öykücülere Sordum: 9

Kim konuşuyor burada? Öyküde "ben" kimdir? Öykücü metnin neresindedir?

Öykücü metnin hem içinde hem de dışındadır bana kalırsa. Dışındadır çünkü öykü bir iç dökme aracı ya da otobiyografik bir anlatı değildir. Üstelik öykü yazarı kendi yaşantısının dışındaki sayısız olaydan, andan, insandan ve durumdan beslenir.  Yazma dürtüsü veren hemen her durumu, insanı, nesneyi kurmacaya dönüştürürken edebiyatın sarp ve dikenli yollarını teper. Bu yüzden dışındadır yazdığı metnin. Bir taraftan da içindedir. Öykücü kendini yazmaz. Yazmadığını iddia eder, yazmamaya çalışır. Yazdığının etrafından dolaşır, dışarıdan bakmaya çalışır. Ama ne yaparsa yapsın yazdığına bir şekilde dahil olma arzusundan yakasını kolay kurtaramaz. Elbette metne dahil olmak olay örgüsüyle, karakterlerle filan olacak değil. Metne dahil olmanın bin türlü yolu vardır. Öykü yazarı öyküsünün umulmadık bir yerinden okuruna göz kırpar.  
Aysun Kara         

Öyküdeki ben anlatıcı, okur olarak bizi bazen öylesine etkiler ki, onu yazar sanırız. Metnin kurmaca olduğunu bile bile bu tongaya basarız. Sanırım bu hoşumuza gider. Yazardan parçalar aramak okurun işidir. Öykünün içine kendinden, yaşadıklarından ya da hayatından ufak parçalar yerleştirmekse yazarın. Bu demek değildir ki, anlatılan yazarın hikâyesidir. Hayır, anlatılan senin hikâyendir ey okur. En sevdiğim şekilde ifade edecek olursam; Flaubert’in, “Madam Bovary kim?” diye soranlara, “Madam Bovary benim,” demesi gibi, Madam Bovary yazardır. Öte yandan muhtemeldir ki, Flaubert bu sözü arkası kesilmeyen sorulardan bunalarak kahramanını korumak için söylemiştir. Yani aslında Madam Bovary; yazardır, yan komşudur, sokaktaki fahişedir, evde beslenen kedidir, herkestir, hiç kimsedir. Kedi ne alaka demeyin; kedinin kaprisleri, sokuluşu sonra birden tırnaklarını çıkartması bile yazarı etkileyip kahramanına ilham olabilir. Öyküde ben bazen de okurdur. Bu daha çok, sevdiğimiz ve kendimizden şeyler bulduğumuz metinlerde olur; hiç görmediğiniz, irtibatınızın bulunmadığı belki de dünyanın bir ucunda elli yıl önce ölmüş olan yazar sizi – okuru anlatmıştır. Hımmm, yazarken benim kafam karıştı, okurken siz nasıl anlayacaksınız, diye düşünüyorum ama maalesef bu işin formülü bu: Öyküdeki ben, herkes ve hiç kimsedir… buna yazar da okur da dahildir, hatta kedi de… özellikle de kedi. ;)
Mehmet Fırat Pürselim  

Hepsinde değil belki ama son çıkan öykülere baktığımızda konuşan kişinin karakter olmadığını, o metni yazan yazar olduğunu görmekteyiz. Soruya buradan baktığımızda öykücü metnin tam ortasında duruyor. Hatta metnin içine batmış, çıkamıyor da. Çıkmak istediğine dair elimizde bulgu da yok. Oysa edebiyat tarihi bize göstermiştir ki kendisi ile metin arasına mesafe koyan yazarlar başarılı eserler vermiştir. Hatta James Joyce üstadımız gibi söyleyecek olursak yazan kişi bir köşede tırnağını kesmeli. Metnin içine girmemeli.
Birinci tekille yazılan metinler yazara aitmiş gibi algılanması bizim edebiyat düzeyimizle ilgili. Bu algıyı oluşturan etmenlerin önemli bir yerinde de yazarın kendisi duruyor. Günümüz yazarları anlatmayı seviyor. Sürekli anlatıyorlar. Bu uzun anlatımların kaynağı kendi hayatları. Peki yazarın kendi hayatını anlatmasında ne sakınca var? Birincisi kendi hayatı anlatılacak kadar çekici değil, beni ilgilendirmiyor. İkincisi kendi hayatına davet ettiği beni, metnin içine nasıl çektiği, yani nasıl anlattığı? Metni bana hissettirmesi lazım. Bir metnin hissettirilebilmesi için illa ki yaşanmasına gerek yok, onun iyi bir dil ve kurguya gereksinimi var.
Kendi metinlerimde herkesin olabileceği kadar varım. Çok küçük. Hatta hiç olmamaya çalışmak en güzeli. Ama bir duygu, bir düşünce, bir hareket, geçmişte yaşanan bir olay, ister istemez metne sızıyor. Bu sızıntıyı en küçük seviyede tutmak bence ideal olanıdır. Çünkü kendimizden uzaklaştıkça sağlam metinler yazabiliriz. Kendimizden uzaklaşmak, hayattan uzaklaşmak demek değil, sakın ola yanlış anlaşılmasın.
Murat Darılmaz

Soruyu, belirleyici olduğunu düşündüğüm unsurlardan birine değinerek yanıtlamak istiyorum; bakış açısına.
Hepimizin bildiği gibi, yazarın bakış açısına uygun anlatı evrenini en kapsayıcı şekilde aktarabilecek ‘kişi’, anlatıcı olarak seçilir. Kimi zaman konu, birden fazla anlatıcıyla kuşatılabilecek denli katlıdır. Kimi zamansa, kurgu içinde kurgu üzerine düşünerek meta dil yapılandıracak, fazladan bir anlatıcı aranır. Bana göre bakış açısı, tüm unsurlar içinde en önemli olanıdır. Öykünün anlatıcılarını her şeyden çok o belirler.
Öyküde ‘ben’i görünürleştiren ve okurda gerçeklik duygusunu en sağlam şekilde inşa eden anlatıcı türünün ‘ben anlatıcı’ olduğunu düşünüyorum. Öykü gerektiriyorsa (bakış açım uyarınca) onu kullanmaktan kaçınmıyorum. Ancak bu yazın tekniği oldukça zor. Çünkü yazanın karakterden tümüyle ayrışmasını istiyor.
Ben, okurla aramızda bir devamlılık ilişkisi bulunduğu inancındayım. Metinlerimi, ‘okura gerçeklikte eşlik edecek kurmaca’ anlayışının gerilimiyle de üretiyorum. O zaman klasik ‘ben’ anlatıcıyı aşmak, metnimdeki ‘ben’leri çoğaltmak, belki aynı metne tanrı anlatıcıyı da katmak, hatta metne yazar kimliğimle sızmak zorunda kalıyorum. İşi biraz zora koşmak oluyor. Bazen yazar olarak metindeki varlığım tartışılıyor. Okur açısından anlaşılırlık da azalıyor. Neyse ki meraklı okur, öyküyü birkaç defa okumaktan, onu tüm katlarıyla kuşatmaktan kaçınmıyor. Çok zevkli! Elbette bakış açısı, tüm bu biçimsel arayışları belirleyen ana unsur olarak kalmaya devam ediyor.
Reyhan Yıldırım

Öyküde konuşan, o metnin karakteriyle beraber atmosferi, dili ve ritmidir. Bazen  öykü yazarın uzantısı olarak görülür ki "ben"  anlatıcının da bunda etkisi vardır, bazen yazar da kendini öyle görür. Ancak metnin mesaj iletme aracı olarak kullanılmasını tercih etmediğimden, öykücünün metnin önüne geçmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kurmaca sanatı, kendimizden bir başkası gibi ve başkalarından kendimiz gibi bahsedebilme yeteneğiyse, öyküdeki "ben" farklı bakış açılarını, bu bakış açılarına tepkileri, bıraktığı izleri ve duyguları, yazar-anlatıcı-karakter-okur karması olarak içerebilir. 

Suzan Bilgen Özgün 

Öyküdeki "Ben" ile bendeki öykü yan yana, karşı karşıyadır. (Burada paralel demekten imtina ettim.) 
Kimi zaman "Anlatıcı" çeşitli kılıklara bürünür. Anlatıcı ben olur, sen olur, o olur, ama hep "ben"dir aslında.
Anlatıcı metnin kalbine tesir eder, ama her zaman metnin dışında bir yere oturur. Bir yoğun bakım ünitesi misali kablo ve hortumlarla yaşam verir. Lezzetli metinlerde bize bu tıbbi gereçleri göstermez anlatıcı.
Türker Ayyıldız

27 Ekim 2016 Perşembe

NASIL YAZIYORLAR? (4)

Yazarların yazma alışkanlıkları, okurun ilgisini çeken bir konu. Sevdiğim, sevmediğim, okuduğum, okumadığım tüm yazarların söyleşilerinde yazım, üretim aşamasına dair söylediklerini iştahla, ilgiyle okuyorum. Kurmacabiyografiler, web günlüğüm olduğuna göre, yeri geldikçe buraya da not düşebilirim. İşte dördüncüsü, Tomris Uyar'ın kendi sesinden:


26 Ekim 2016 Çarşamba

ÇÜNKÜ SADAKAT ŞART


   

Juan Pablo Villalobos imzalı Tavşan Deliğinde Fiesta dikkat çeken bir ilk kitap. İngilizce, Almanca, Fransızca, Portekizce, İtalyanca gibi pek çok  dile çevrildi ve 2011 yılında The Guardian'ın "En İyi İlk Kitap" finalistleri arasında yer aldı. Roman masumiyetin kaybolmasını, yalnızlığı, sadakati ve güç kazanmayı anlatıyor.
Hikâyenin anlatıcısı Tochtli, bir uyuşturucu baronunun oğlu. Tanıdığı insan sayısı on dört ya da on beş, bir sürü de ölü tanıyor ama ölüler sayılmaz. Hayatta en çok istediği şey, bir Liberyalı cüce suaygırına sahip olmak. Dünyanın her köşesinden gelen şapkaların bulunduğu devasa bir şapka koleksiyonu var. Yatmadan önce mutlaka sözlük okuyor, şapkadan tavşan çıkarır gibi sözlükten kelime çıkarıyor. Yaşadığı sarayın ya da tavşan deliğinin dışındaki dünyayı özel öğretmeninin anlattığı kadarıyla biliyor. 
Tochtli’nin sesi güçlü ve özgün. Hem edebi hem de bir çocuğun konuşabileceği yalınlıkta, basit, inandırıcı anlatım dili, romanın başından sonuna kadar korunuyor. Villalobos bu dili nasıl yarattığını Granta The Magazine of Writing’de şöyle anlatıyor:
Yazarken belli bir yaş veya konumda makul bir ses yaratmak üzerine düşünmüyordum. Daha çok dille ilgileniyordum, beni cezbedecek bir ses bulmakla. Biz yazarların sorumluluğunun dile karşı -benim durumumda İspanyolca- olduğunu düşünüyorum; dilin sınırlarını araştırmak, genişletmek, müzikal bir seviyeye taşımak, bunun olasılıklarını araştırmak olduğunu düşünüyorum. Benim için bir şair ve romancının dille çalışması arasında herhangi bir fark yoktur. Bir okur olarak da aynı şey olur bana: Transparan veya objektif anlatıcılarla ilgilenmiyorum, beni kavrayacak kurgusal sesleri arıyorum. Bir kez Tochtli’nin sesini bulunca o sesi arıtmak için çok sıkı çalıştım. Romanı yazmak altı ayımı aldı ancak edit etmek iki yıldan fazla sürdü. Onun sesinin arkasında üç edebi anlatıcı olduğunu çok sonra anladım: iki çocuk ve bir ergen sesi: Un Mondo para Julius (A World For Julius , University of Wisconsin Press) Perulu yazar Alfrede Byrice, Cartucho (İngilizcede de aynı isimle basılmıştır, University of Texas Press) Meksikalı yazar Nellie Campobello) ve Çavdar Tarlasında Çocuklar J. D. Salinger.
Tochtli'nin yaşı tam olarak belirtilmiyor. Anlatılanlardan henüz ergenliğe girmediğini, etrafında dönen  uyuşturucu ve silah ticaretinin, rüşvetlerin, cinayetlerin tam ayırdında olmadığını anladığımız kahramanın sesi, yargılayıcı ve ahlakçı değil. Villalobos, bu sesi ve bakış açısını yakalayabilmesinin sebebinin Meksika'ya Meksika dışından bakabilmek olduğunu belirtiyor.
Eğer Meksika’da yaşasaydım bu romanı yazamayacağıma içtenlikle inanıyorum, diyor. Meksika'ya Meksika dışından bakabilmek mevzuunu biraz açalım: Söyleşiden Villalobos'un kita, Meksika'da uyuşturucu bağlantılı şiddetin patladığı, tırmandığı 2006 yılında, Barcelona'da yazmaya başladığını, her sabah yazma seansından önce webden iki üç Meksika gazetesi okuduğunu, haberlerin cesetlerle, yaralılarla dolu olduğunu öğreniyoruz. Politik olanı, içinde yaşarken, henüz çok tazeyken yazmanın çeşitli güçlükleri vardır. Olayları sindir(e)meden yazmaya koyulduğunuzda toplumcu, politik olarak doğrucu bir üslup, yaşananların yakıcılığı, kolaylıkla kurmacanın estetiğinin önüne geçebilir ancak Villalobos, aradaki mesafeyi kurmacanın lehine çevirmeyi başarıyor. Sonuç olarak Tochtli unutulmaz roman kahramanları arasında yerini alıyor.
Kitap üç bölümden oluşuyor, Tochtli'nin lüks bir hapishaneyi andıran, dış dünyadan izole, yalnız ev yaşamı, çok istediği Liberyalı cüce suaygırı almak üzere yapılan yolculuk ve eve dönüş. 
İlk bölümde Tochtli'nin dünyasını tanıyoruz. Hizmetçi ya da fahişe dışında kadınlara yer yermeyen, erkek egemen bir dünya, burası. Romanda Tochtli’nin annesinin kim olduğu, ona ne olduğu gibi bölümler boş bırakılmış. Annenin yokluğu, anneye olan özlem, anne şefkatinden yoksunluk, Tochtli’nin bitmek bilmeyen karın ağrılarıyla sezdiriliyor. Bu boşluk, okur olarak Tochtli'nin annesizliğini, bu suç imparatorluğu içindeki yalnızlığını, zavallılığını ve kaçınılmaz olarak günün birinde masumiyetini yitireceği günün geleceğini bize daha güçlü duyumsatıyor.  
Sahte pasaportlarla yapılan Liberya yolculuğunda Tochtli ilk kez evin dışına çıkıyor. Yolculuğun ardından eve değişerek dönüyor. Roman, çok büyük laflar etmeden narkotik dünyanın ortasında büyüyen bir çocuğun masumiyetini yitirmesini, yalnızlığı, güç kazanmayı ve belki de en çok sadakati anlatıyor. Çünkü narkotik dünyada hayatta kalmak için sadakat şart!



Tavşan Deliğinde Fiesta 
Juan Pablo Villalobos 
İspanyolcadan çeviren Çiğdem Öztürk 
MonoKL Edebiyat

Notlar:
Villabos verdiği söyleşide transparan anlatıcılardan hoşlanmadığını söylüyor. Şeffaflık, anlatıcıdan ziyade çevirmenin olmazsa olmazı, bence. Okuma deneyimi, araya bir çevirmenin girdiğini hissetmeden, tek kelimeye tökezlemeden su gibi akıp gidiyor. 
Kitapta yer alan El Raton Vaquero (Kovboy Fare) 1930'larda Francisco Gabilondo Soler'in bestelediği bir çocuk şarkısı. Şarkı çifte tabancalı, kovboy şapkalı, İngilizce konuşan bir fareyi anlatıyor. Dinlemek için:
  

25 Ekim 2016 Salı

KELİMELERLE OYUN OYNAMAK

Yazmayı seviyorsunuz ama nereden başlayacağınızı bilmiyorsunuz, ya da çok severek gittiğiniz atölye bitti, size ödev veren biri olmayınca yazı masasının başına oturmuyorsunuz. Üzerinizde bir rehavet, ağırlık... Kafanızdaki yüzlerce şahane fikir, yazıya döndüğü anda parlaklığını yitiriyor, hevesinizi kaybediyorsunuz. Gelin işleri kolaylaştıralım. Ve yazmayı bir oyuna çevirelim. Rehberimiz de Holly Lisle olsun. Çıkarın kâğıt kalemi, başlıyoruz. 
Holly Lisle'den Yazma Önerileri (*)
Listeler yapın, bir kelimelik listeler: sizi heyecanlandıran, korkutan, hayalini kurduğunuz, umut ettiğiniz,  sizi dehşete düşüren ve savaşmaktan kaçındığınız şeyler hakkında. Listeye alacağınız kelimeleri sözlükten rastgele seçmeyin, sizin için bir anlam ifade etsinler. Listenizi çoğaltabilirsiniz: çocukluk anıları, düşler ve kabuslar, sihirle kendime hediye edeceğim 10 yetenek, eğer bir milyon dolarım olsaydı ... alırdım, en çok istediğim şey, yapmaktan kaçındığım şey, ürpertici şeyler, seksi şeyler, en iyi yiyecekler, en iyi zamanlar... Kendi listelerinizi yapın.

Bu listeleri aşağıdaki yazmayı tetikleyecek oyunlar için kullanın.

Üç Kelime 
Üç farklı listeden birer kelime seçin. Bu kelimelerle bir başlık yaratın. Şuna benzer tuhaf bir başlığınız olabilir: Çıplak Kırık Gözlüklü Maymunlar. Kelimeler hakkında düşünmeden yazmaya başlayın. Bırakın kelimeler sizin için büyülü imajlar ve hikâyeler yaratsın. 10 dakika boyunca hiç durmadan ve herhangi bir şeyi düzeltmeden yazın. 

Kuyruğunu Yakala 
Listelerinden birinden rastgele bir kelime seçin. Düşünmek için durmadan, geriye dönmeden, düzeltmeden iki ya da üç dakika yazın. Sonra bir başka listeden rastgele yeni bir kelime seçin. Bu kelimeyi şimdiye kadar  yazdıklarınızla bütünlük sağlayarak yazmaya devam edin. İki ya da üç dakika yazın, sonra bir başka listeden yeni bir kelime seçin ve şimdiye kadar yazdığınız iki bölüme bağlayın. Bu şekilde istediğin kadar devam edebilirsiniz. 

Tema 
Rastgele tek bir kelime seçin. On dakika boyunca bu kelime hakkında yazın: hakkındaki her şeyi keşfedin, bu kelime sizin üzerinizde neden etkili, hangi hatıraları tetikliyor, hangi umutları ya da korkuları sarsıyor, yazarken hangi mekânlar, sahneler, tatlar beliriyor. İçindeki sansürcüyü susturun, hiç durmadan, düzeltmeden yazın.  

Bu oyunların farklı varyasyonlarını yapabilir, tek başınıza ya da yazı gruplarında farklı yazarlarla oynayabilirsiniz. Amaç, görünenin altındaki kazmak ve kendinizden bile sakladığınız şeyleri özgür bırakmaktır. 
*Holly Lisle'nin yazma önerileri, yazarın kişisel web sayfasındaki "Yazarlık Sesinizi Bulmanın 10 Adımı" başlıklı yazıdan kısaltılarak derlenmiştir.

24 Ekim 2016 Pazartesi

GEYİKLER, ANNEM VE ALMANYA'NIN SERÜVENİ(*)


N u r s e l D u r u e l
Her öykünün yapısı, varlık gerekçesi, çıkış noktası ya da noktaları, yazılma süreci, doğduğu ortamla, zamanla uzak ya da yakın ilintisi, yazarının biçemi dahil bileşenlerinin tümü kendine özgüdür. Ortaya çıkınca, hele yayımlanınca, yazarıyla göbek bağı kopar, ondan bağımsız sürdürür serüvenini. “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünde beni yazmaya çağıran ilk etken ya da önde duran tetikleyici, bir kez karşılaştığım, adını bile bilmediğim bir kız çocuğuydu. 1970'li yılların sonlarına doğru TRT İstanbul Radyosu'nda “Nasıl Değişti?” başlıklı bir dizi program hazırlıyordum. Günlük yaşamın çeşitli alanlarındaki değişimi konu alan bu dizi için farklı kesimlerden pek çok insanla konuşmam gerekiyordu. Bir arkadaşım konuşacağım kişilerin listesine Feriköy'ün yoksul kesiminde oturan yaşlı bir hanım tanıdığını eklememi önermiş, istersem randevu alabileceğini söylemişti. Daha çok değişime tanık oldukları için ileri yaşlardaki insanlar öncelikli tercihimdi. Kararlaştırılan gün, verilen adrese kayıt teknisyeni bir arkadaşla birlikte gittik. Ev çok kalabalık ve gürültülüydü, yaşlı hanım ziyaretine gelen komşularını ağırlama derdindeydi. Değil kayıt yapmak, iki satır konuşmak bile mümkün değildi; oyalanmadan kalktık. Dört beş yaşlarında bir kız çocuğu sürekli ağlıyordu. Yatıştırmak için çabalayanları yanına yaklaştırmıyor, kendisinden bir iki yaş büyük görünen ablasına sığınmaya çalışıyor, onun arkasına saklanıyordu. “Nesi var?” diye sorduğumda derdini anlatamadığını, dilinin, Türkçesinin yetersiz olduğunu söylediler. Annesiyle babası Almanya'da çalışıyorlarmış. İki kızı bir süreliğine buradaki akrabalarına bırakmak zorunda kalmışlar. Çocuğun çaresiz bakışı uzun süre peşimi bırakmadı; her anımsayışta acı katmerlendi. Göç, nedenleri ne olursa olsun (iş-aş arayışı, iklim koşulları, iskân politikaları, savaşlar), dünyanın en eski, en sancılı olgularından biri. Ne yazık ki göçlerin, göçlerle gelen ayrılıkların yıkımların, acıların sonu gelmiyor dünyamızda. Hele savaşların neden olduğu göçler!... Bedelini de en çok çocuklar ödüyor. O çocuğun bir öykünün kahramanı olacağını, daha doğrusu öyküdeki kahramana kendinden çizgiler katacağını o sıralarda bilemezdim. İnsan bazı durumlarda “bunu mutlaka yazmalıyım” der ve o durumun sıcaklığı geçince yazamaz, yazmak istemez. Kimi kez de tersi olur. Belleğinin bir köşesinde kıvrılmış yatan bir düşünce, bir olgu, bir imge beklenmedik bir zamanda şiddetli bir dürtüye dönüşür. 11 Nisan 1980'de siyasi bir cinayetin kurbanı olan sevgili arkadaşım Ümit Kaftancıoğlu ile Radyo'da aynı serviste çalışıyorduk. Ümit çok çalışkan, çok üretken bir yazardı. Aynı zamanda başarılı, özgün işler çıkaran bir programcıydı. Birikimine güvendiği arkadaşlarını yazmaları için sürekli olarak kışkırtmaya çalışırdı. Bizi, elimiz kalem tuttuğu halde yazmadığımız için eleştirir, tembellikle suçlar, söylenir dururdu. Sonunda hepimize birer kitap ısmarlamaya kadar vardırdı işi. Tanıdığı bir yayıncı çocuk kitaplarına ihtiyacı olduğunu söylemiş. Bunu duymak iyice heyecanlandırmıştı Ümit'i. “Artık kaçamayacaksınız, yayıncı bile hazır” diye sıkıştırıyordu bizi. Aslında ben ilkgençliğimden beri yazıyordum, elimde bitmiş öyküler vardı ama yayımlamayı düşünmüyordum. Bu konuda çoğu kişinin tuhaf bulabileceği bir tutukluğum vardı. Hâlâ öyleyim. Yazıyla ilişkimden hiç söz etmediğim için doğal olarak Ümit de bilmiyordu yazdığımı. Ona “peki” dememiştim ama biraz onun çalışkanlığının ve ısrarlarının yarattığı utanma duygusuyla, biraz da aklım yattığı için olsa gerek, oturup bir çocuk romanı yazmaya başladım. Doğurgan, hoş bir kurgu bulmuştum. Yazdıklarım da hiç fena görünmüyordu. Ancak, yirmi beş-otuz sayfadan sonra, bir gece edebiyatla köklü bağım, bakışım, anlayışım içtenlik adına isyan bayrağı çekti. Çocuk edebiyatı diye ayrı bir yazın kolunun varlığı su götürmez bir gerçek olsa da ben, edebiyatın bir bütün olduğunu, çocuk edebiyatı, yetişkin edebiyatı diye kategorilere ayrılamayacağını düşünüyordum. İçinden yaş gruplarına göre sınır çizgileri geçirilen, pedagoji konusunda uzmanlık gerektiren bir alanda kalem oynatmak, hem çocuklara hem kahramanları çocuk olan çok sevdiğim bazı edebi metinlere, onların yazarlarına hem de kendime karşı suç işliyormuşum gibi huzursuz ediyordu beni. O gece kitabı bir yana bıraktım, dipten gelen çağrıya kulak verip ‘Geyikler, Annem ve Almanya’yı yazdım.
Başta da söylediğim gibi öykünün yazımını o küçük kız tetiklemişti. Ancak, öykünün başka bileşenleri, gerek hayat gerek edebiyat bağlamında nicedir kendilerini biriktirmiyor olsalardı yine aynı öyküyü mü yazardım, bilmiyorum. Öykünün kendi serüvenine gelince... Yayımlama konusundaki iç didişmeyi kırıp Ankara'ya, Türk Dili dergisine göndermiştim. Birkaç gün sonra Fakir Baykurt Radyo'ya telefon etti, öyküyü beğendiğini, hemen yayımlanacağını haber vermek için aradığını söyledi. Baykurt'u yalnız okuru olarak tanıyordum, onunla daha önce ne konuşmuş ne de yüz yüze gelmiştik. Sanırım dergiye gönderilen öykülerle o sırada o ilgileniyordu. Teşekkür etmek dışında tek sözcük söyleyemedim. Nasıl oldu da gönderdim diye dayanılmaz bir pişmanlık duyuyordum. Sevinmedim mi? Elbette sevindim. Yine de baskın olan hayıflanmaydı. Öykü, Türk Dili'nin 1979 Eylül sayısında çıkmıştı. Aynı ay içinde Milliyet Sanat'ta Zeyyat Selimoğlu'nun bir değinisiyle karşılaştım. Selimoğlu, ‘Sanat: Güçlükleri Göğüslemek’ başlıklı yazısında dönemin bunaltıcı atmosferini çiziyor, sanatın gücünden söz ediyordu: “İşte eylül... işte yeni sanat mevsiminin ilk ayı... işte yeni mevsimin bir başarısı! Sanatın sihiri, büyüklüğü: Şu dağdağa, şu karışıklıklar, şu sevgisizlikler, şu yokluklar ortamında bile, bakarsınız, tek bir öykü size umut aşılamaya yeter.” Edebiyat ürünleri de insanlarla birlikte geçiyorlar toplumsal evrelerin, hayatın içinden. Ayrıntıya girmemin, alıntı yapmamın nedeni, dönemin edebiyat ortamını, ustaların tutumunu anımsamak ve anımsatmaktı. ‘Geyikler, Annem ve Almanya’, aynı adı taşıyan kitaptaki ve Yazılı Kaya'daki öteki öykülere biraz haksızlık etmiş gibi gelir bana: Yerli, yabancı çeşitli antolojilere girdi. Antoloji hazırlayanlar, benden de öykü almak istiyorlarsa, çoğu kez ona yöneliyorlar. Bunda kısalığının da payı var sanırım. Zaman içindeki yürüyüşünde farklı kılıklara büründüğü de oldu: Televizyon filmi yapıldı, radyolarda defalarca seslendirildi, edebiyat dergilerinden kadın dergilerine, çocuk dergilerine, meslek dergilerine kadar epeyce geniş bir yelpazede yazılı alanlar dolandı. Almanya'da ders kitabına girdi, Fransa'da bizdeki açık öğretime benzer bir kuruluş olan CNED'de (Centre Nationale d'Enseignement a Distance) Tükçe öğrenmek isteyenler için kullanılan metinler arasında yer aldı vb... Edebiyat dergilerinin bir bölümü ve film hariç, nerelere girip çıktığını hep sonradan duydum, rastlantılarla öğrendim. Bu, herkes için böyledir. Yazdıklarının sıkı takipçisi olanlar bile yapıtlarının dolanımdaki yüzünü, okurlardaki izini tam olarak göremez; belki görmesi de gerekmez. Kimi kez bir tek okur -iyi okur- yeter yazara.
* Geyikler, Annem ve Almanya'nın yazılış hikâyesi 
İMGE ÖYKÜLER Yıl 1 Sayı 2 Nisan Mayıs 2005

13 Ekim 2016 Perşembe

OYUN OYNAMA HAKKI

Türkiye'nin en batı ucu, bir terastayız. Güneş gözümüzü alıyor, öylesine aydınlık. Ortalarda bir masaya geçiyoruz. Deniz herkesi kıskandıran bir iştahla dondurmasını yalıyor. Bu, bir rüşvet. Kendimize kalamar, bira siparişi verebilmek için önce onu mutlu etmeliyim.
Siparişlerimiz alınırken, konu anneliğe de geliyor. Alışkınım. Benden önce anne olanlar cömertçe saçıyor ortalığa tavsiyelerini. En sık duyduğum, "Amann bu günlerin kıymetini bilin! Çok çabuk büyüyüyorlar." Herkes, her nedense, çok emin kıymet bilmediğimden, yeterince vakit geçirmediğimden... Hatırlatma ihtiyacı duyuyorlar. "Sıkı sıkı sarılın öpün. Bizimkiler yanaşmıyor artık."
Benim kızım yanaşıyor. Bir anda yanıma geliyor, "Annoş seni çok seviyorum," diyerek öpüp sarılıyor. Bunun bir sebebi yersiz kurallarla ona sürekli ne yapamayacağını söylememem ise, diğeri anne olduktan sonra çalışma saatlerini fazlaca abartmamam ve ona zaman ayırmam, hadi açıkça söyleyeyim, oturup oyun oynamam. Çocuğa zaman ayırmak, onunla kaliteli vakit geçirmek herkesçe takdir edilen bir davranış ancak sadece şu kıssadan hisse tadında, içinizi ısıtan tavuk suyuna çorba başlığı altında toplanan öykülerin anlatıldığı kitaplarda, inanın bana sadece oralarda. Onun dışında insanlar, doktorlarının, avukatlarının, kuaförlerinin, kısaca hizmet alacağı her sektörden insanın ofisinin hafta içi, hafta sonu, sabah erken, akşam geç demeden, her daim açık olmasını istiyor. Biz özel sektör hizmet sağlayıcıları da kolaylıkla kaptırabiliyoruz kendimizi bu düzene. Meslek hayatımın ilk yıllarında uzun çalıştığım, nöbetlere kaldığım dönemler oldu. Annelikle beraber bunu bıraktım zira daha insani şartlarda çalışma (devlet memurlarından her koşulda daha fazla çünkü cumartesileri de çalışıyorum) ve kızımla oyun oynama hakkım var. İtirazı olan?

4 Ekim 2016 Salı

MUHTEŞEM KOPENHAG



"...Ben ise soyadıma Thomsen eklendiğinden beri Kopenhag’dayım. Hatta belki Kopenhaglıyım, Edip Cansever’in dediği gibi; insan yaşadığı yere benzediğinden.
Yaşadığım şehir yeşil ve yaz sanki bir kısa film. Evet uzun değil ama dolu. Gece 11’de batan güneş sabah üçte yeniden doğuyor. Yollar parklara, göllere, denize ve festivallere çıkıyor."
Muhteşem Kopenhag belgeselini şifresiz, decodersiz, izinsiz ve izansız vimeo'dan izleyebilirsiniz.
Yukarıdaki duyuru Işıl Bayraktar fan sayfasından.
Aradığımda kolayca bulabileyim diye, izlemeye doyamadığım Wonderful Copenhagen belgeselini burada paylaşmak istedim.
İzlemek isteyenler için önemli not: şifre:heykopenhag

1 Ekim 2016 Cumartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (28)


Nasıl Yazar/Şair Oldum...
Fotoğraf: Zeynep Kavalcı


Selden sonrası

Soruya takıldım. Gerçekten yazar olup olmadığıma zamanın karar vereceğini biliyorum; yazar sayılmanın yarına kalmakla ilgisi var. Bugünde yazanlardan biri olarak, bu soruyu erken buluyorum. Kendi adıma, şimdiki zaman kipiyle yazarlığı yan yana koymayacağım. Bir durumu hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak kesinlikte ifade etme özelliği taşıyan bir dile sahip Antik Latin dünyasında, birinin öldüğünü bildirmek için “vixit” fiili kullanılırdı; “yaşadı” anlamında. Gün gelip aynı kesinlikle “yazdı” denecek olursa, ne mutlu bana...



Yazarlığı sonradan teslim edilen birçok isme bakılırsa, bugünden başlayan bir kabulün yetersiz olduğu, ama yazılanların yarına kalması için bir kaydın gerekliliği açık. Günümüzde en geçerli medya, basılı kitaplar. Tam bu noktada,  hayatı boyunca yazdığı halde basılı tek kitabı olmayan yazarları düşünüyorum. Yapısı, eğilimleri, duyarlılığı, dil ve ifade gücüyle tam bir yazar olup tek kitabı basılmamış olanları... Bunun yanında, birçok kitabı basılmış “yazan kişi”leri... Yazdıkları, rastlantılara bağlı olarak insanlık mirasına katılanları... 1924’te öldüğünde basılmış yapıtları ancak küçük bir kitap eden ve pek tanınmayan Kafka’yı mesela... Ya Kafka’nın işgüzar dostu Max Brod olmasaydı? Kafka’sız bir dünya edebiyatı nasıl da eksik kalırdı! Demek aralarında adalet de olmak üzere hem birçok koşula bağlı, hem bunca rastlantısal bir sıfat üzerine konuşuyoruz. Sel geçip gittiğinde geriye kalan kum taneleri üzerine...



Yazarlığı ne azımsıyor ne kutsuyorum; yazınsal kalıta şükran duyuyor, ona saygıyı ve liyakati önemsiyorum.  Bu yoldadır çabam.



Yaradılış olarak yalnızlığa yatkınım ve hatta düşkünüm. İnsansızlıktan söz etmiyorum; varlıklarından sevinç duyduğum dostlarım, yakınlarım ve şikâyetsiz üstlendiğim birtakım sorumluluklarım var. İçsel bir yolculuk halini işaret ediyorum; yoksa içsel bir dinleme hali mi desek, içe bakış mı... Derinde bağımsızlıkla ilgili olduğunu sandığım bu durum, benim için büyük ihtiyaç. Olur da gün boyu böyle bir fırsat yakalayamazsam, uykuyu öteleyip en azından birkaç saat düşüncelerimle/duygularımla kalıyorum. Bakıldığında “dinlenme” gibi görünen fakat hiç de öyle olmayan bu yüklü süreçte uç veriyor genellikle, ilk filizler.



Yazmak beni mutlu ediyor, yazarken yanıp kavrulsam da. Güneşin altında yeni bir şey olmadığını öğreneli çok oldu. Ancak şu koca evrende her insanın özgün bir prizma olduğu inancıyla, hayat ışığının kendi prizmamda nasıl kırıldığını, hangi renkleri hangi desenlerle nasıl yansıttığını görmek için yazıyorum. İlk kitabım basılmadan önce de böyleydi, şimdi de böyle. Hayat akarken her duyarlı insanın yapabileceği kadar değişmiş olabilirim. Fark, paylaşımın getirdiği sorumlulukta. Şimdi, yazma ve yazdıklarımı paylaşma hikâyemi anlatabilirim.



Meraklı, inatçı, ketum...


Kitaplı bir evin en küçük bireyiydim. Günlük gazetelerin karikatürlerini, evimize düzenli olarak giren Akbaba, Varlık ve Doğan Kardeş dergilerinin merak ettiğim köşelerini esir aldığım ev halkına okuturdum. Annem, babam ve iki ablamın yılgın yüzlerini anımsıyorum; pek düşkün olduğum ayrıntılara merakım o yaşlarda başlamış olmalı.



Radyo günlerini anımsayacak yaştayım. “Arkası Yarın”lar, “Mikrofonda Tiyatro”lar, “Çocuk Saati” programları edebiyatla bağlarımı pekiştirdi. Akşamları dinleyecek bir şey yoksa, babam seçtiği bir öyküyü okurdu bizlere ya da devli perili masallarından birini anlatırdı. Bütün arkadaşlarının okula gittiği bir ortamda, beş yaşında olduğu halde “ya beni evlendir ya okula gönder” diyerek babasının karşısına dikilen,  misafir öğrenci olarak kendisini ilkokula yazdırmayı başaran, böylece vaktinden erken okuyan biri olarak yazmayı da çabuk öğrendim. Anneme, öğretmenime ve bir kediye yazdığım şiirlerin beğenilmesi, yazmanın iyi bir şey olduğuna inandırdı beni. O zamanlar herkesin bunu yaptığını sanıyordum; yer içer, güler söyler gibi yazdığını... Öylesine doğal ve seçeneksiz bir ifade yoluydu sanki, yazmak. Günlük yaşamın bir parçası olarak yazıyordum. Günlük yaşamın bir parçası olarak okuyordum. Okuma yolumu büyük ölçüde, tanıdığım ilk entelektüel olan annemin yakın arkadaşı Emel Teyze çizmiştir. İlk Çehov’ları, Tolstoy’ları, İstrati’leri, Abasıyanık’ları onun yönlendirmesiyle okudum. Bir gün ona gururla, Cronin’in Nöbetçi Hemşire adlı romanını “bir oturuşta” bitirdiğimi söylemiştim. O da soğukkanlılıkla “Nöbetçi Hemşire, bir oturuşta bitirilecek bir roman değil” demişti. Hayatımın dersiydi; özenli okur olmakla böylece tanıştım.



Adım adım büyüdüm... Büyürken, yazdıklarımı –her anlamda- şifrelemeyi öğrendim. Sadece kendimin çözebileceği bir alfabeyle tuttum günlüklerimi. Yıllar sonra kahkahalar arasında okuyacağım birkaç öykü yazdım, tundan tuna saklayarak. Üniversite yıllarımda şiire yoğunlaşacaktım.




Kazandığım fakülteye kaydımı yaptırmak için evden çıkacağım sabah, hayat dondu, her şey sokağa çıkma yasağı sonrasına ertelendi. Kayıt için bula bula 12 Eylül 1980 gününü bulmuştum! Öğrenciliğim askeri yönetim altında geçecekti. Buna karşın, hayatımın dönüp dönüp yeniden yaşamak istediğim dönemidir, fakülte yıllarım. Ana dalım olan Klasik Filoloji yanında felsefe, sosyoloji, psikoloji ve antropoloji bölümlerinden dersler alıyor, aklımı donatıyordum. Ne şenlik! Şiir yazan çılgın, serseri bir arkadaşım vardı, Felsefe öğrencisi. Onunla çok vakit geçiriyorduk. Herkes sevgili olduğumuzu sanıyordu, halbuki ikimizin de sevgilisi yoktu. Panellere, açık oturumlara, sinemalara, tiyatrolara gidiyor, durmadan şiir konuşuyorduk. Bir gün Papirüs’e götürdü beni, Cemal Süreya ile tanıştırdı.  Kendisine çekine çekine iki karalamamı gösterdim. “Olacak... Olacak...” demişti tüm nezaketiyle, çekmecesine koyarken. Papirüs’e bir kez daha gidecek, son sayının zarflanması için Cemal Bey’e yardım ederken Necati Cumalı, Atilla Özkırımlı, Behzat Ay ile karşılaşacaktım. Beni tanıştırırken “şiir yazıyor” dediği için Cemal Bey’e borçlu duyarım kendimi. O yıllarda öğrenci kahvelerinde şiirlerimi paylaştığım arkadaşlar, ki birkaçı günümüz şairlerinden, “senin şiirinde öykü var” diyorlardı. Öyküye döndüm, ama bugün de öykümde şiir olduğunu duyuyorum sıkça. Yine de nihai adresimin öykü olduğunu derinden hissediyor, başka bir dala atlamayacağımı biliyorum.



Yıllar, yıllar... Koca bir hayat geçti yazdıklarımla ben arasından. Öğrencilik, iş hayatı, aşklar, ayrılıklar, yenilgiler, zaferler... Gün gelip kendime baktığımda, seçtiğim sözcüklerin hayat boyu yanımda yürüdüğünü gördüm ve bu sessiz yoldaşlara gönülden borçlandım.



Silkelenme anları
Hep yazıyordum ya, yayımlatmak için bir çabam yoktu. Belki mesleğim gereği yazdıklarımın yayımlanıyor oluşunun etkisi... Dergi yazıları, tv programları, tanıtım filmleri... Ama öykülerim de vardı ve neredeyse kırk beşime gelmiştim. Ortanca kardeşim günün birinde sabrı taşmış olarak çok fena silkeledi beni “daha ne duruyorsun” diyerek.  Bir “kadın öyküleri” yarışmasından söz ediyordu. O yarışmaya katıldım, o yarışmaya nasıl katılacağımı anlamak için araştırma yaparken duyurusuna rastladığım bir başka yarışmaya daha katıldım. Böylece üç ay arayla iki derecem oldu. Ödül törenlerinden biri (KASAİD 2006, Ankara) doğum günüme rastlamıştı. Bunu uğur saydım. Diğer ödül ise (Özgür Pencere 2005, Adana) bugün hâlâ hayatımda olan bazı arkadaşlarımla tanışmamın ve bunlar arasında sevgili Aydın Şimşek de olduğu için ilk kitabımın yolunu açtı. Biri forumda, diğeri yüz yüze iki atölyesine katıldığım Aydın Hoca, “artık bu atölyeden kanatlanıp uçmanın zamanıdır” diye beni silkeleyince, çekmecedeki öykülerime çeki düzen verip Tin Kovuğu dosyasını hazırladım.





Forumda tanıştığım arkadaşlarımdan biri Reyhan Yıldırım’dı. Onunla sevgili Salih Bolat’ın yönettiği bir seminerde yakınlaşmıştık. Reyhan benden genç, fakat aynı lisede, aynı edebiyat öğretmeninde okumuşuz. Acep bu terbiye miydi, bizi edebiyata aynı özenle yaklaştıran? Her neyse, benzer yaklaşımda okurlar olarak birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik ve “Öykülü Perşembe” etkinlikleri doğdu. Bu etkinlikler, çevre ve gelişim anlamında bizi zenginleştirdi. Birçok başka etkinlikler için katkılara dönüştü. Yolun devamı için Reyhan dostumun bu dizideki yazısı okunabilir; çünkü yolculuğun bu kısmını birlikte yaptık. Bu sürecin sonunda ilk kitaplarımız Kanguru Yayınları’ndan çıktı.



Tin Kovuğu basıldığında, Ayla Kutlu’ya kitabımdan gönderdim. Öykülü Perşembe’ye davet etmek üzere kendisiyle bir kez karşılaşmıştım. Etkinliğimize gelememişti ama bağımız kopmamıştı, arada yazışıyorduk. Bir süre sonra Ayla Hanım telefonla arayarak kitabım hakkındaki düşüncelerini dile getirdi. Hem beğenileri, hem eleştirileri vardı. O uzun sohbetimizi hiç unutmuyorum. Sonra araya hayat girdi, koptuk. Yıllar geçti. Kendisinin haberi yok ama yeniden buluşmamıza Hülya Soyşekerci vesile oldu. Sevgili Hülya, Akköy dergisinin editörlüğünü üstlendiği bir sayısı için benden bir öykü istemişti. “Lekenler, Patenler” adlı öykümü gönderdim. Dergiyi okuyan Ayla Hanım, bana bir mektup yazarak beğenisini dile getirdi. O mektubu çok geç aldım; mail adresim değişmişti ve mektup Reyhan aracılığıyla beni bulana kadar –yine- doğum günüm gelmişti! O mektup, ikinci kitabımın yolunu açan Bilgi Yayınevi ile buluşturdu beni. Tam da bir sonraki doğum günümde -yine!-, sevgili editörüm Biray Üstüner eliyle akşam vakti ulaştırılan bir koliden, Ömrün Yazı çıktı.





2012 doğumlu Ömrün Yazı, 2013’te, Dil Derneği’nin düzenlediği Ömer Asım Aksoy Ödülü’ne değer görüldü. Onu 2015’te Keşiş Örümceği izledi. Bu iki kitap arasında “Yüzyılın Masalcısı” adlı öyküme verilen “Homeros Kısa Öykü Ödülü”nü de 2012’de hayatıma katılan sevinçlerden biri olarak anmalıyım.





Bu arada hiç aklımdan geçmezken, birkaç seçkisine katkı verdiğim YKY aracılığıyla, çocuk yazını da gündemime girdi. Yıllar önce yazdığım Neşeli Orman’ın Şair Kurbağası adlı masalım, YKY’nin “Daha Güzel Bir Dünya İçin” dizisine uygun düşünce, basıldı. Sevgili Filiz Özdem’in yetişen kuşaklara karşı aydın sorumluluğumu anımsatarak beni silkelemesi sonucu, gerisi de geldi. Çocuk okurların vefasını duyarak “yazar”lık yapmak meğer ne güzelmiş!





Şimdilerde, masallar da biriktiriyorum öykülerin yanında. Öykülü Perşembe’ler için yaptığım yakın okumalarsa, belki bir gün kitaplaşmak üzere el atmamı bekliyor. Bakalım, neler getirecek zaman.

Zaman... Son kararı verecek olan.

Berat Alanyalı