23 Ağustos 2016 Salı

Öykücülere Sordum:8 (+1)



İlhan Berk "Anlam ve Anlamı Aşmak" başlıklı yazısında, "Anlamı aşmak, her iyi şiirin neredeyse asıl sorunu olmuştur. Bu da disiplinler zincirini kırmakla başlar," diyor. Buradan yola çıkarak soruyorum. Anlamı aşmak iyi öykünün de meselesi midir? Anlamı sarsıntıya uğratan, anlamı aşma konusunda size cesaret ve ilham veren, sizi özgürleştiren yazar/şair/metinleriniz hangileridir? 

Nedense bu soru beni çok düşündürdü. Tamamen soyutlaşmış bir kavram olan ‘iyi’yi cümle dışına almadan devam edemedim: “Anlamı aşmak öykünün de meselesi midir?”
‘İyi’ gitti. Gitti gitmesine de, bu sefer ‘de’ye takıldım. ‘De’yle ima edilen yoldaşlık, öykü ve şiir türlerinin verdiği farklı hazları ayrıştırmamak, bu ikisinin anlatım araç ve tekniklerini kısırlaştırmaktır gibi geldi bana. Sınırladığım, hatta sınırlandırıldığım duygusuna kapıldım. Nihayetinde şiir seven bir öykücüyüm, ancak öyküden şiire varmayı da hiç amaçlamadım. Soru zihnimde son kez yapılandı: “Anlamı aşmak öykünün meselesi midir?”
‘Anlamı aşmak’  ne demektir, özellikle de öykü için?
Ben, edebiyat yoluyla dünyanın dönüştürülebileceğine, yazarın dünya görüşünün bu dönüşümün yönünü etkileyeceğine inanıyorum. Ne var ki dil nihai anlamı dikte eden kavramsal bir yapı taşır. Nesnel değildir. Her kültürdeki güç ilişkileri öncelikle dilde kodlanır. İnsanın bilinci ve algısı toplum genelinde iktidarın söylem araçlarınca, özellikle de bunların en kritiği olan dille yapılandırılır.  Eğer yazanlar dile dair bir kuşku taşımıyorsa iktidarın yazıcıları olarak kurumsallaşırlar. Sanırım anlamı aşmak (estetik yönünü ayrı tutarsak) bu yanlışa düşmemenin bir yolu olarak kavranmalıdır. Öyküde, anlamı kültürleme yoluyla dayatan ve pekiştiren araçlardan olan dilin yapısını sarsmak, yazanın sözünün alımlanabilmesi için iktidarı aşan kimi anlatım tekniklerini kullanmak gerçekten iyi ve etik olabilir.
Nasıl mı?
Tümcenin sınırlarına sıkışmayan,  yeri geldiğinde ‘her çeşit’ iktidarın ötekini dille imtihanındaki hinliği deşifre edecek gönderme dizinlerini, verili anlamları duyuran bir yaklaşım benimsemek işe yarayabilir.
Okura, metne birden fazla bakış açısıyla yaklaşma, öznel yorumunu katma çağrısı yapılabilir.
Dahası, her seferinde, herkeste ve zamanda değişmeye devam edecek şekilde ‘tamamlanmamış’ metinler yazmak denenebilir.
İndirgemelerden kaçınmak, kurgulanmış mantığı dışlamak, yanıtların değil soruların peşinden olmak, olguların değil olasılıkların ardından koşmak, sezgileri, duyuları, imgeleri, sembolleri, metaforları, metinlerarasılığı, sesi, görselliği metinde değerlendirmek de (özellikle içinde yaşadığımız dönemde) işe yarayabilir.
Görüyorum ki bunlar zaten yapılan şeyler. O zaman rahatça söyleyebiliriz: Anlamı aşma çabası, öyküyü ne anlamsız bırakır ne de anlaşılmaz kılar. Biraz zorlaştırır. İnatçı, akıllı okur ister.
Ayrıca, yukarıdaki yazın yaklaşımları ölçüt boşluğunu doldurarak malum soruya ‘iyi’ kavramını da iade eder: “Anlamı aşmak iyi öykünün meselesi midir?”
En kesin cevabımı veriyorum: Evet, evet, evet!
*
Beni kim cesaretlendirir, esinler diye düşündüm;
Örneğin “Parşömen kâğıtlar / okunduğunda, kıvrıktırlar; şiirin / ve kadavranın içi açılmamıştır, / insan insanın hiç,” diyen Ece Ayhan esinler.
“Bir gaz lambası... / Çivilenmiş duvara… / Çivi, kuyruğunu kıvıra kıvıra / bir defter kâadının / kalbini delip geçmiştir. / Kâat bembeyaz, / kâat sapsarı… / Çivi kâadın kanını içmiştir,” diyen Nazım Hikmet esinler.
“Bir yerdeyim ceneviz eskimiş / Denizin sofalarında enuzakyosunları aralıyorum / Gece safranlarımı, suikindilerimi açıyorum. Seni görmemiştim işte çıplaktık, / karanlıktı / KRAL ÇOCUK SAKAL / Gecenin pancurlarını açtım. / Bir yerini dönüyordum, durma oranı yaşıyorum. Eskitiyo-rum eskitiyorum kalıyor ne kadar güzel olduğuN,” veya “Kaos birikimli salacaktır kökünü. / Denizdendir dendeniz. / Ayrıks,” diyen İlhan Berk esinler.
Örneğin Bilge Karasu… “bir güz / dalın- / dan / kopmuş, / kopu- / vermiş / sarartılı / bir yap- / rak, ye_ / re de- / ğince / kimse- / nin duy- / madığı, / yeri, taşı, / toprağı ba- / ğırtmamış, / incitmemiş / bir tüy, bir telek, / bir güz yaprağı / gibi düşmüş yerleşmişti içi- / me / içerime, / gönlüme, / etime / k o r k u / BİR ÇIĞ GİBİ GELDİN ÜSTÜME / Karınca- / lar gi- / biydim, / düş ka- / rıncaları, / ozan ka- / rıncaları, / çıdamlı ka- / rıncalar / gibiydim, / çıdamlı, / dümdüz / uzanan / uçsuz / bucak- / sız / engebesiz bir düzlükte / ÜSTÜME BİR ÇIĞ GİBİ GEL- / DİN KENDİNE KATTIN BENİ” şeklindeki satırlarıyla (dize değil) beni cesaretlendirir.
Ve Leyla Erbil, daha ilk kitabı Hallaç’tan itibaren, büyük cesaret verir:
“Betimleme:
Bilinç yordamıyla açtığı kafeslerin gürbüzlüğü ET’e koklandığı ortamda yosununa kaygan ISSIZ.
Kişiler:
Torbası, tası, sırtta. Sarmısak çatlağı ağzını astığı satır. Neden sineklerin BUN’ ları ortaya ortaya kaçarak pazeni mumsu yüzlerin.
Doğa:
Kırı tok mutluluğa sallanan kirli çamaşırları torbada. ÇAYIR mektup kırpıntıları, -kişilerin saklamak amacıyla kırpılmış- adaları türkülü, toprağı aşk nemli, ufakken atlıları donuna kaçırdığı dolu dizgin mavili.
Dialog:
— Ondan kaçılmaz diliyor.
— Ondan kaçılmaz yapalım.
— Açmasın çatırdısında kuruluğun torbasını, sakının.
— Foyalara göz kulak ve el olmak, kelden önce...
— Saldı, korku, ürkü, bastı, yetti, bezdik.
Başkaldırı:
Sürülerimizi otlamak, örmek ağacımızı, kamburumuza mürdüm ortancasıyla kılıf çekmek, vergisiz kılarak ve özgür, gür, gür, gür.”

Sonra Necati Tosuner… “Önce Eskişehir geçiliyor. Bir demir köprü geçiliyor. Tren yarış ediyor kendi gölgesiyle. Telgraf direkleri gitmiyor Mersin'e. Çobanlar ve sürüleri. Bozkır. Kar örtüsü seyrelmiş yükseltiler en uzakta. 361 sayılı bir direk yitiyor, - olmuş olmamış gibi. Ankara yaklaşıyor kuramsal olarak. Sesleri duyulmayan köpekler saldırmaya kalkışıyor trene. Trenimiz kurtuluyor kızılderililerden, - kolaylıkla. Bulutların izleri büyük düzlükler üzerinde, -kahve falları. Geçilen makaslar, - makas sesleri. Hiç trene binmemiş berberler ve terziler, - hiç trene binmeyecek olan ve hamsi iriliğinde bir kuş – bir an - bir tren penceresinde. Pençeleri olmayan. Ve Ankara, kuramsal olarak biraz daha yakında. Ve yaklaşılmayacak olan bir köy görüntüsü, -belki köyden bozma bir kasaba. Sürülerek paylaşılmış - gibi- tarlalar. Gün sayan toprak. Bir makas ve yanda ayrılıp ışıldayan bir -yeni- demiryolu. Ve koşan çocuklar.” Bu satırlar benim için cesaret nedenidir.
Elbette Sevim Burak… “Büyük kocaman bir balık almışlar- Mutfakta balıktan her türlü şey yapıyorduk. Köpeğimiz de orta yerde çakılı duruyordu- Baktım- kafasının ucundan çekeyim dedim – Kafayı bıraktı- Sen misin çeken- Ayağımın üstünü koparmış- Köpek beni tanır mı- Sonra yatmışım - Doktor Zıpçıyan gelmiş O ’nu muayene etmiş- Öbür çocuklar oynarken O çocuk pencerenin önünde kalmış- Az değil- Tam dört ay kaldım yatakta-”
Ve başkaları da… Öykünülesi metinler…
Öykünme cesareti, iyi yazma umudunu taşımaktır, diyerek bitireyim.
Reyhan Yıldırım 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder