1 Ağustos 2016 Pazartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (26)



 BEN AĞLIYORUM, ÖYKÜLERİM AĞLAMIYOR
 
Suriyeli şair Adonis, ‘Anlam Ormanlarında Gezi İçin Rehber’ adlı şiirinde ‘nedir ayna?’ diye soruyor. Yanıtıysa şöyle: ‘ikinci bir yüz ve üçüncü göz.’

Yazmakla ilk ilişkimi tam da bu yukarıdaki mecaz üzerinden tanımlıyorum. Benim yazı uğraşım, dışa dönük sayılmaz, daha ziyade içe dönük bir çoğalma; yazarak, okuyarak edindiğim ilave gözler ve yüzlerle falan, fazla temas kuramadığım dışarıyı ve dışarının bana bakışını, görüş açımı genişleterek kavrama. Kısacası, sosyallikle ilgili sorunlar yaşayan bir çocuğun yazarak var olma mücadelesidir, yazarlık serüvenim; bir anlama ve uyum mücadelesi!

Bir tek çocuk olduğumdan, annem ve babam da çalıştığı için, yalnız başıma uzun saatler geçirmek zorunda kalıyordum. Korumacı haminnem (bana on yaşıma kadar bakan ve komşumuzun annesi olan eşsiz kadın), yegâne arkadaşımdı. Mahallede başka çocuklar vardı var olmasına da, haminnem kendini çok sorumlu hissettiğinden eve pek gelemezlerdi. Dışarıya da seyrek çıkardım. Kendi oyunlarımı kurmak, kendi arkadaşlarımı yaratmak zorunda olduğumu anlıyorsunuz sanırım. Böylelikle, özlem duyduğum her şeyi zihnimde canlandırmaya alıştım.

Yine de çok şanslı olduğumu düşünürüm. Haminnemin şefkatindeki sahiciliği ve yoğunluğu tam anlamıyla yetişkin olduktan sonra kavrayabildim. Bu beni öfkeli ve sevgisiz bir yetişkin olmaktan korudu. Ayrıca beraber olduğumuz her fırsatta bana kitap okuyan, masal anlatan, zamanını benimle geçirmeyi seven bir annem vardı. Daha iki, üç yaşlarındayken, ofis ve ev işlerinin ağır yüküne rağmen, hafta sonlarını beni tiyatrolara, sinemalara, balelere götürmek için harcadı. Tanıdığım, sevdiğim herkesle paylaşıyorum bunu; zihnimde o yaşlarımdan kalan öyle güzel imgeler ve duygular var ki, ne zaman bunalsam yazarım ve yazmak beni mutlaka çölde vaha hissi veren çocukluğuma çıkarır. Yetişkinliğin zor zamanları için inşa edilmiş bir korugan gibidir, çocukluğum. Belki yine bu yüzden, tenhalığı değil, yalnızlığı seven bir yetişkin oldum. Sevdiklerim erimimde olsunlar istememle birlikte, onlarsız geçen zamanlarımda da, en az onlarla olduğum zamanlardaki kadar keyiflenebilirim.

Ben yeteneğin insana tek başına gelmeyeceğine inananlardanım. Sanatın hemen her alanını denemişliğim vardır. Harikalar yaratamadım. Ancak, vasat da olsa, kendimi denediğim tüm dallarda ifade edebildim. Müzik hariç. Müzikte sadece dinleyiciyim. Yazarken dinlemeyi de çok severim.

İşin sanat kısmında esin kaynağım babamdı. Babamda sanatçı bir ruh vardı. Ev, dolap vs. gereksindiğimiz her şeyin planını o çizerdi. El yazısı inci gibiydi. Boş günlerinde saatlerce okurdu. Zaten okulda arkadaşları kompozisyonlarını ona yazdırırlarmış. Benim yazmak ve okumak için ayırdığım zamanlar, en çok onu mutlu ediyordu belki.

Orta ikiye geçtiğim sene, yaz tatilimin hemen başında, babam eve koskocaman bir koliyle geldi. Memurdu maaşına göre kim bilir ne çok para vermişti. Aklına gelen, evde olmayan tüm klasikleri almıştı bana. Şolohov, Gorki, Çehov, Tolstoy, Soljenitsin, Turgenyev, Dostoyevski… Ah, şimdi bile ağzım sulanıyor. Şahane bir yazdı. Bu koliden okuduğum ilk kitaplar, Şolohov’un dört ciltlik Don serisiydi. Rus Edebiyatını daha sonra diğer ülke edebiyatlarından yazarlar izleyecekti.

Bence babamın, benim okumalarım için, kendi kitaplığındaki kitaplar da dâhil, yaşıma uyar mı, uymaz mı kaygısı hiç olmadı. Ne anladıysam anladım, ama İki Şehrin Hikayesi’ni, Toprak Ana’yı, yahut yanlış hatırlamıyorsam Macar besteci Franz Liszt’in hayatından bir kesit anlatan Arzunun Ötesi’ni okurken kimseye hesap vermedim. Fikrimi sorarsanız, her birinin de mayama erkenden karılmaları gayet iyi oldu.

Annemin iş arkadaşlarının çoğu, bilim insanlarıydı. Yaz aylarında onlarla reaktörde (ÇNAEM) çok zaman geçirirdim. Annem, çoğunun ablasıydı. Bu yüzden doğum günlerimi renklendirmek için bana ne alacaklarını gayet iyi bilirlerdi. İlla ki kitap: Fadiş, Dört Kardeştiler, Ülkü öğretmen, Gümüş Patenler, Tom Amca’nın Kulubesi, Küçük Kadınlar, İki Sene Okul Tatili… Kemalettin Tuğcuları, Aziz Nesinleri, Rıfat Ilgazları ve daha pek çoklarını mahallemize gelen gezici kütüphaneden ya da evdeki kütüphaneden temin ederdim. Bunları yazıyorum, çünkü ben yazar olduysam eğer (oldum mu acaba?), biraz da bütün bu kitaplarla içine gömüldüğüm dünyaları çok özlediğim ve okuma anlarımdakine benzer güçlü duygu durumlarını yeniden yaşamak istediğim içindir.

Her biri yazıldıkları dönemlerin özelliklerine, coğrafyalarına bağlı olan yığınla izlek, üslup, bilgelik barındırır. Kanıma da işlemiştir, usul usul. Ondan yazmışımdır.

Adonis, “nedir gerçeklik?” diye sorar sözünü daha önce de ettiğim şiirinde ve “çökeltiler, dilin ırmağı içre,” diye yanıtlar. Elbise, ayakkabı, kendine ait bir oda, takı-toka bakımından bolluk taşımayan hayatımda, bunlara dair bir ihtiyaç duyduğumu da hatırlamıyorum. Tek istediğim; soba başında bir minder, iyi kötü bir aydınlık ve kitapların terkisinde karıştığım hayali dünyalarımdı sanırım. İhtiyaçlarım açısından şanslı bir çocukluk ve gençlik yaşadığımı hiç yatsımayacağım. İşte o zengin okuma ortamından bana kalan çökeltiler, benim için gerçekliği ve benim ‘kendiliğimi’ yarattılar. Ne olduysam yazarlarım sayesindedir. Simone de Beauvoir’dan Füruzan’a, Yaşar Kemal’den James Joyce ya da Kafka’ya, kim var kim yoksa bütün o yazarlar benim ailem sayılırlar.

İlkokula birinci sınıfta kayıtsızdım ve ikinci sınıfa sınavla alındım. Kasım ayı geldiğinde okumaya başlamıştım, yazmaya da. Avuç içim kadar küçük kareli bir bloknotu baştan sona masalla doldurduğumu hatırlıyorum. Annemin masallarından intihaldi, şüphesiz. Sonrasında tutkulu ve kararlı bir günlük yazarı oldum. Herhangi bir anda, çok istediğim her ne varsa, yalnız zihnimde değil, yazarak da canlandırmayı alışkanlık edindim.

Öğretmenlerim, okumamı, yazmamı ve konuşmamı teşvik ederlerdi. Ortaokulda Türkçe öğretmenim Fatma Hanım’ın ve İngilizce öğretmenim Mehmet Ali Bey’in torpili sayesinde gezici kütüphane için okuldan ayrılma izni edinmiştim. Otobüsün mahalleye girişi ders saatlerine denk düşerdi. Uygun ilk arada uçarak otobüse giderdim. Genç şoförle birlikte büyüdük. Çalışmaya başlayana kadar devam ettim oradan kitap almaya.

Liseyi Kandilli Kız Lisesi’nde okudum. Kendimi edebiyat hocamızın göz bebeği gibi hissederdim. Necla Hanım’ın kompozisyon sınavından kim dokuz, on aldı diye bakmaya gelirdi, arkadaşlar. Biraz hırçın bir kadındı galiba. Acaba öyle miydi? Gülümsüyorum şu an. Çünkü bellek, tereddüde düşürüyor insanı. Belki hırçınlığı bir efsaneden ibarettir, bize öyle gelmiştir.

Etütlerde ders çalıştığımı hiç anımsamam. Yazardım, durmadan. Bir şeyler yazıp vermiş olduğum, onları hala saklayan vefalı dostlarım var, hemen her yaşımdan. Demek yanlış yapmamışım; yazmak, çekingenliğimden, yabancılığımdan dünyaya, arkadaşlığa attığım köprü olabilmiş.

Üniversitede duvar gazetesi çıkarırdık. Bu gazete, 80 Eylül’üyle birlikte engellenen faaliyetler arasında neden yer almamıştı acaba? Babam ilk daktilomu aldığında havalara zıplamıştım. Daktiloyla yazdıklarımızı keser, panoya şeritler halinde iğnelerdik. Aynı daktiloyu Yazarlar Kooperatifi Yazko'nun haftalık yayını Somut'un gençlik yazılarını yazmak için de kullandım, ta ki bu haftalık gazete kapanana kadar. Galiba Somut’ta yazmama Basın Yayın Yüksek Okulunda öğrenci olan bir kaç arkadaşım aracılık etmişti.

Üniversitenin üçüncü sınıfından kalan çok sevdiğim bir anımı anlatayım size. Maçka’daki eski Maden Fakültesi binasında okuyorduk biz. Dönemin bizim için en önemli adresi olan (kitapları, imzaları, ödülleriyle) Akademi Kitabevi, Nişantaşı’nda, okulumuza yürüyüş mesafesindeydi. Uzun kuyruklarda bekleyip kredilerimizi alırdık. Alır almaz yaptığımız ilk şey oraya gitmek olurdu. Son sefer, Tomris Uyar’ın Diz Boyu Papatyalar’ını almıştım. O sıralarda siyasi çatışmalar yeniden alevlenmişti. Ne olduğunu hatırlamadığım kötü bir şeyler yaşandı. Pek çok kayıpla çıktığımız 77-82 arasındaki dönemin olanca ağırlığı ve isyanı hâlâ yüreklerimizdeydi. O gece annemler komşularımıza gitmişti. Ben de tüm duygularımı kâğıda dökmek için bunu fırsat bildim. Tekrar okuyunca yazdıklarıma öyle hayran oldum ki, oldukça geç bir saatte, kalın sarı şehir rehberinden Tomris Uyar’ın telefonunu buldum. Heyhat! Kadıncağız beni terslemek şöyle dursun o acemi metnimi telefonda okumama bile ses etmemişti. Sonra beni evine davet etti. Arkadaşlarım Canan ve Meltem’le (Meltem Basın Yayın’da, Canan ile ben sınıf arkadaşıyız) Ulus’taki Profesörler Sitesi’ne gittik. Sonbahar veya kışa girer ayak… Soğuk, kasvetli bir öğleden sonra. Oğul Turgut ev ödevi yapıyor. Dubleksin merdiven basamaklarında limonlar, şişeler falan… Tomris ve Turgut Uyar hafiften demlenmeye koyulmuşlar. (Eli boş mu gitmiştik? Onlar bize bir şeyler ikram etmişler miydi? Aman Allah’ım, hiçbir detay hatırlamıyorum, ikisinden başka.) Nedense giderken bir gece önce telefonda okuduğum düzyazıyı götürmemişim beraberimde, şiir götürmüşüm. Doğal olarak da sevgili Turgut Uyar’ın payına düşmüşüm. Çok zarif davranmışlardı bize, bunu gayet iyi anımsıyorum. “Güçlü imgelere meyillisin, Edip Cansever oku, bol bol oku,” demişti, ‘24 Saat’ sevgilim! Okudum, çok okudum. Yalnızca Cansever’i de değil. O gün bugündür, ne zaman bunalsam, keyiflensem, aklıma gelse, pek çok şairden şiir okurum.

Okul yıllarını gerçekten çok yoğun bir çalışma hayatı izledi, benim için. Yazmak, günlük tutmakla sınırlı kaldı. Ta ki iki binli yılların başlarına kadar.

Birden gelmişti dalga üstüme. Yazıyor yazıyor, sayfalarda sıkıştığımı hissediyordum. Karşıma Yeşim Cimcoz çıkana kadar, tamamen uzak olduğum edebiyat dünyasının kapısı nerededir, bir kapısı var mıdır bilemedim. Yeşim üniversitede bu konuda okumuştu. Amerika’dan yeni döndüğü o günlerde önce ofis tutmuş, hemen sonra bir atölye duyurmuştu. O zamanlar bir tane bile yazı atölyesi yoktu (Pınar Kür’ün, Mario Levi’nin atölyeleri onunkinden çok çok sonradır) Türkiye’de ve sanırım usta-çırak ilişkisi dışında yazınsal bir dayanışma mevcut değildi. Yeşim’in Dalgaları Aşmak Yazı Atölyesi, yine bir arkadaşım sayesinde çalındı kulağıma. Daha ilk gün büyük bir haz aldım. Şimdi iyi dostlarım olan güzel insanlar buldum orada. Yeşim ile birlikte altı kişiydik. İçlerinden biriyle, Fulya’yla, daha o akşam, atölyeden çıkıp içmeye gittik ve edebiyat, aşk, hayat üzerine saatlerce sohbet ettik. Dalgalar grubu bana bir sürü şey öğretti. Yeşim’in inanılmaz güzellikteki yaratıcı çalışmaları, ısrarla dayattığı eleştiri etiği, diğer arkadaşlarımın içten gelen desteği ve kendi başarılı verimleri, tutkulu yazın sürecimin motivasyonunu oluşturdu. Öykülerimden birindeki karakterin yolun karşısına bir türlü geçemediğini keşfettiğim anı gayet iyi hatırlıyorum. Salt bu bilgi için bile Yeşim’e ne kadar teşekkür etsem az. “Ben yazdım, oldu,” dememeyi öğretti Yeşim, bana. Okura saygıyı, okurun bana katılması halinde alacağım kanatlı hazza hazırlanmayı öğretti. Daha ne öğretsin. 



İlk kitabım 2007’de çıktı, Kanguru yayınlarından. Öncesinde, kendimi okur karşısında sınayacağım başka fırsatlar da buldum. Bunlardan en değerlisi, Özgür Pencere yazın platformuydu. Forumdaki tanışıklığımızı hayat boyu dostluğa evirdiğimiz İlkay Noylan ve Berat Alanyalı’yla ilk kitap sevincimizi de paylaştık. Her ikisi de ödüller aldı arkadaşlarımın. Birbirimize verdiğimiz okuyucu desteği sayesinde kendi payıma pek çok geliştim. Özgür Pencere’nin Yaşar Kemal Özel Sayısını (dergi) elden götürmek, İstanbul’da olduğumuz için Berat’la bana düştü. Ustayla uzun sohbetimiz boyunca, şeker kavanozunda iki çocuktuk, neşeyle dolduk, neşeyle taştık.

Bugün olduğu gibi o günlerde de Internet üzerinden ulaşılan çeşitli edebiyat platformları vardı. Örneğin Altzine ve Kahve Dünyası. Yazılarımı bu sitelerde paylaştım. Oralarda dikkatimi çekip yakından takip ettiğim birçok arkadaşım şimdi Türkiye’nin sayılı yazarları arasında yer aldılar. Örneğin, Sait Faik ödüllü olan dostum Feryal Tilmaç.

Kanguru Yayınevi’nin kurucusu şair Aydın Şimşek’ti. Onun iki önemli kitabı, edebiyat yolculuğumda bana ufuk açtı. İşte o kitaplar; ‘Sanat ve İktidar / Siyasal Tarih Sürecinde’ ve ‘Estetik ve Mücadele Estetiği’. Şimşek, ‘Estetik ve Mücadele Estetiği’nin tanıtımına şunları yazmıştı: “Sanatın ve sanatçının tanıklıkla yetindiği günler çoktan geride kalmış gözüküyor... Sanat estetiğinin "tanıklığa" indirgendiği süreçler ile, modernizmi kuran "Aydınlanma Aklı", Küresel kapitalizm tarafından işgal edilmiştir. Artık içeriğine "güzel" algısından daha fazlasını katmak zorundadır sanat. Bu kavramlar hem politikadan, hem de etik'den alınacak kavramlardır. Sanatçının özgünlüğünü işaretleyen estetik oluşumlar; "başkaldırı" "vicdan" "dil" ve "itiraz" bilindik kimliklerini ne yazık ki giderek yitiriyor. Şimdi bu kimliklerin yeniden kazanılması için estetik algıyı, estetik değerleri "Mücadele Estetiği"yle yeniden kavramak ve dönüştürmek gerekiyor. Sanatın mücadelesi sürüyor...” Çok severek okudum. Sevgili Şimşek’in asla unutamayacağım güzel tavsiyesinden de söz etmeliyim. “Öykü mü yazıyorsun Reyhan,” demişti, “öyleyse öykü üzerine oku. İyi öykü oku. İyi öyküleri yakın oku ve yaz. Öykü üzerine de yaz!” Bakışımı değiştiren bu tavsiye için kendisine ne kadar teşekkür etsem az.

İki şeyin, sevgili Sezer Ateş Ayvaz’ın sıcak bir jestinin ve ayrıca Aydın Şimşek’in yukarıdaki tavsiyesinin olmaması halinde, Berat’la birlikte yaptığımız, yazma serüvenlerimize yeni boyutlar katacak Öykülü Perşembeler’e giden yolumuz açılmazdı belki. Açılmazdı ve belki biz, biz olacaksak da daha gecikmeli başarırdık bunu. 


Yıl 2006’ydı. Ankara Öykü Günleri harika geçerdi, o zamanlar. İşlerimi ve otelimi ayarladım. Sonradan can arkadaşım olacak Ufuk Duruman ile birbirimizi forumdan tanırdık. Orada buluştuk. Ufuk’un içten mihmandarlığında hiçbir şey kaçırmadan tüm etkinlikleri izledim. Yazarları şahsen tanıdım, kitap önerileri biriktirdim. Bu etkinliklerden birinde sahneye güzel gözlü, ufak tefek, kıvırcık saçlı, sesi yumuşacık bir kadın çıktı. Gözümü bile kırpmadan dinledim onu. Etkinlik bitince bir baktım ki yanıma gelmiş. “Öyle güzel dinlediniz ki, bu bana  keyif verdi,” dedi. Sezer Ateş Ayvaz’dı! Bu hakikatliliğiyle, sevdiğim yazarları, elimi uzatsam erişebileceğim denli yakınıma getirmişti. İleride Öykülü Perşembeler’imiz için ilham perim olacaktı. Sezer’in farkında bile olmadığı o ulaşılabilirlik vadi, hem bizleri, hem yazar arkadaşlarımızı, hem de etkinlik katılımcısı okurlarımızı pek çok bir sürü etkinlikle besledi. 


Berat ve ben çok çalıştık. Perşembelerimiz boyunca yirmi dört öykücümüzü irdeledik. Sahneye çıkmadan önce her yazarın tüm kitaplarını okur, tartışırdık. Buluşmaların amacı söyleşi değildi. Amaç, yazarlara, okurlarının algı ve duygularını geri beslemekti. Onları davet ettik, hayatlarını ve edebiyatlarını aktaran sunumlar gerçekleştirdik. Öykülerine yaptığımız yakın okumalarımızı paylaştık. Değerli yazar arkadaşımız Nalan Barbarosoğlu büyük destek verdi bize. Sayesinde yazarlarımızla güvenilir bir iletişim başlatabiliyorduk. Ayrıca, yaptığımız bu çalışmaların tamamının, dönemin iyi edebiyat dergilerinde yayınlanması mümkün oldu. Etkinliklere sadece günün odağı olan yazarımız gelmiyor arkadaşlarını da getiriyordu. İstiklal Caddesi, Sadri Alışık Sokaktaki Edebiyat Koop’da Perşembe müdavimleri arttı, gelenlerin bir kısmı ayakta kalmaya bile başladı. 


Öykülü Perşembeler’de konuk ettiğimiz yazarlardan bir kısmı şöyleydi: Leyla Erbil, Selim İleri, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Nalan Barbarosoğlu, Sezer Ateş Ayvaz, Jale Sancak, Nursel Duruel, Ayşe Kilimci… Bununla kalmadı, Selçuk Baran sunumumuz, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde Eşikcini tarafından düzenlenen ‘Solgun Bir Yazar: Selçuk Baran’ etkinliğine esin kaynağı oldu. Ben de orada Selçuk Baran Öykücülüğü’nde Simgesel Kullanımlar adlı bir konuşma yaptım. Bu amaçla yazarın kişisel kütüphanelerden falan güçlükle derleyebildiğim kitaplarının tamamını taramıştım. Dönemin değerli eleştirmenlerinden Ömer Lekesiz ve çok sevgili dost, yazar Selim İleri de salonda bulunuyordu. Kısa bir süre sonra da, nerdeyse unutulmaya yüz tutmuş olan Selçuk Baran’ın değerli yapıtları, aileden yayın hakkını alan YKY’ce, yeniden gün ışığına kavuşturuldu. Bunları yazıyorum, çünkü sürecin her bir saniyesi beni besledi, geliştirdi. Minnettarlığım sonsuz.

İlerleyen yıllarda yalnız yazmakla kalmadım, Türk ve Dünya edebiyatını daha iyi tanımaya da çalıştım. Pek çok etkinlikte konuşmacı oldum, dergilere öykü ve değerlendirmeler yazdım.

Şimdi durum ne? Şöyle:

Artık Çanakkaleliyim. Burası bana uğurlu geldi, nihayet ikinci öykü kitabım Şubat ayında yayımlanabildi. Tuğba Alaybeyoğlu Gürbüz’le 14 Şubat Öykü Günleri’ni düzenledik. Aynı zamanda Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin kurucu üyesiyim. Geçici ev sahibimiz Ece Ayhan Kültür Merkezi’nde birkaç etkinlik gerçekleştirdik. Halen üzerinde çalıştığım dosyalarım var. Kısacası, yazmaya devam!

Yazar oldum mu bilmiyorum, ama yazarlarla ve edebiyatla iç içe geçen bu yıllardan sonsuz mutlu oldum, onu biliyorum. Daha da mutlu olabilirdim; coğrafyamız adil bir düzen pratiği ile günyüzü görebilseydi, doğamız tehdit edilmeseydi, geleceğimiz bu denli belirsiz kılınmasaydı… Adonis ile açtım, öyle bitireyim. Ne demiş şair: “nedir yüz? gözyaşının göçü için en yakın liman.” Zaman zaman ağlıyorum, ama ben ağlıyorum, öykülerim ağlamıyor. Çünkü onların analizin, haklı öfkenin, bazılarını şaşırtacağını bildiğim özgüven ve kararlılığın, değiştirme gücünün sesi olmalarına çalışıyorum.

Yolumuzun kesişmesini dilerim. Yazarak, okuyarak, dönüşme gücü bularak esen kalın.

Reyhan Yıldırım

Kitaplar (Öykü)

‘Bazıları Çok Üşür’, Kanguru Yayınları, 2007
‘Boynumda Bir Dize İnci’, Nota Bene Yayınları, 2013

Kolektifler

·         ‘Şimdi Seni Düşünüyorduk (Selim İleri Armağan Kitabı)’, Kolektif, Doğan Kitap, 2008
·         ‘Bozcaada Öyküleri’, Kolektif, Yitik Ülke Yayınları, 2009
·         ‘Son Otobüs’, Kolektif, Pupa Yayınları, 2010
·         ‘Kadın Öykülerinde Doğu’, Kolektif, Sel Yayınları, 2011
·         ‘Ayla Kutlu Kitabı’, Kolektif, Yeni Yüz Yıl Üniversitesi, 2012
·         ‘Kadınların Ruh acıları’, Kolektif, Nezih-Er Yayınları, 2014
·         ‘Öyküden Çıktım Yola’, Kolektif, Aylak Adam, 2014

Kuramsal Yazılar, Kitap Tanıtımları ve Yakın Okumalar

·         Sabitfikir, Radikal Kitap, Varlık, Portreler, Notos, Öykü Teknesi, Kül Öykü, Eşik Cini, Yeni Yazı, Paylaşım, Markalar, Akköy Edebiyat, Bugünden Edebiyat, Sarnıç, Çerçi Sanat, Beş Parmak, Artcivic, Artfulliving, Lacivert, Galapera Fanzin vb.

Etkinlikler

·         Öykülü Perşembeler: Berat Alanyalı’yla birlikte. Edebiyatçılar Kooperatifi, İstiklal Caddesi / İstanbul. (24 öykücünün yaşamlarına, edebiyatlarına, öykülerine yapılan yakın okumalara yer verildi.)
·         ÖyküMola:  Türk ve Dünya Edebiyatı Öykü Okuma / Paylaşım etkinliği. Galapera Kültür ve Sanat Derneği, Tünel / İstanbul.
·         Edebiyatta Şenlik Var! Yeşim Cimcoz Yazı Evi, Kadıköy / İstanbul.
·         Arıza Kadınlar I – II, Arıza Adamlar I-II, Çifte Kavrulmuş Arızalar I-II (Mitoloji-Psikoloji-Kurmaca Atölyesi).Yeşim Cimcoz Yazıevi, Kadıköy / İstanbul
·         2016 Çanakkale 14 Şubat Öykü Günleri Etkinliği

Konuşmacı / Panelist Olarak

·         PEN Kadın Yazarlar Komitesi – Edebiyattan Hayata Nezihe Meriç / Konuşma Başlığı: La Sesini Arayan Kadın: Nezihe Meriç (Eşik Cini’nde yayımlandı.)
·         Eşikcini – Solgun Bir Yazar: Selçuk Baran / Konuşma Başlığı: Selçuk Baran Öykücülüğü’nde Simgesel Kullanımlar (Eşik Cini’nde yayımlandı.)
·         PEN Kadın Yazarlar Komitesi – Leyla Erbil, Edebiyatımızda Hallaç Etkisi / Konuşma Başlığı: Edebiyata ve Dünya Görüşüyle Müdahil Olan Bir Yazar: Leylâ Erbil (Eşik Cini’nde yayımlandı.)
·         26.İstanbul Kitap Fuarı – Atölye Çalışması: “Bir Öykü Kişisinin İki Yazardaki Yolculuğu”
·         27. İstanbul Kitap Fuarı – “Öyküde Genç Adımlar” Paneli ve Öykü Okuma
·         2008 İzmir Kitap Fuarı – Söyleşi ve Okuma: “Öykü Bir Şenliktir”
·         11.Uluslararası Ankara Öykü Günleri – “Sait Faik Abasıyanık’ın Müthiş Bir Tren Öyküsüne Yakın  Okuma ve Çözümleme”
·         5. Eskişehir Ulusal Öykü Günleri – Öykü Okuma
·         V. Hişt Hişt! Genç Sait Faik Öykü Yazma Yarışması Ödül Töreni – Konuşma Başlığı: Sait Faik, İnsanlık Onurunu Yücelten Yazar
·         Yeni Yüz Yıl Üniversitesi, I. Çağdaş Kadın Yazarlar Sempozyumu, Bildiri: Ayla Kutlu Edebiyatı’nda Şiir Avcısı Mekânlar (Dünden Bugünden Edebiyat' ta Yayımlandı.)
·         Çanakkale Nazım Hikmet Kültür Merkezi ‘Aydın Olunmalı’ etkinliği – Konuşma Başlığı: Aziz Nesin Olunmalı
·         İstanbul Nazım Hikmet Kültür Merkezi – Konuşma Başlığı: Gülten Akın: Beni İtip Balıma Dadanan Bu Çağı Sevmedim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder