25 Aralık 2014 Perşembe

ALLAN W. ECKER'A GÖRE ÖYKÜLERİN KONTROLÜ

Öyküleri yayımlanmayan bir yazarın çeşitli yakınma ifadelerinden biri şöyledir: "Ah, keşke birisi bana bu öyküde neyin yanlış olduğunu söylese!"
Eğer bu sözcükler size tanıdık geliyorsa, bir iddiayı kaybettiniz demektir: Yazmaya başladığınızdan bu yana, uygun bir eleştirmene sahipsiniz. O da yalnızca sizsiniz!
Genel olarak, yayımcıların reddettiği öykülerin çoğunda, çok sık rastlanan 24 önemli nokta vardır. Bunların bazıları, öykünün hemen reddedilmesine neden olacak kadar belirgindir. Diğerleri ise yalnızca yazma teknikleriyle ilgili bilgisizlikle ya da açık seçik bir düşünceden yoksun olmakla ilgilidir.
Eğer bir kısmı atılmayı gerektiren çok uzun bir öykünüz varsa, aşağıda belirtilen 24 hatayı kontrol ettiğinizde, buna neden olan suçluyu onların arasında bulabilirsiniz. Mümkün olduğu kadar, soğukkanlı, analitik bir gözle ve kendinize karşı dürüst kalarak kontrol etmelisiniz.

 
Satılmayan Öyküler İçin Kontrol Listesi
1)Doğru başlangıç yaptınız mı?
Öykünün başlangıç yerini belirlemek hiç kolay değildir. Seçtiğiniz girişin doğru olup olmadığını anlamak için en iyi yol ikinci, üçüncü ve daha sonraki olayları anlatıdan çıkarıp girişi tekrar formüle etmektir.
2)Başlangıcınız yavaş mı?
Girişi çok uzatmayın. Okurun ilk elli sözcükte kaybedilme olasılığı, anlatının herhangi bir yerinde kaybetme olasılığından yüksektir.
3)Öykünün genel atmosferini oluşturdunuz mu?
Belirgin ve temel bir atmosfer öykünün bütününe yayılmalıdır. Bu atmosfer mutluluk, korku, kuşku ya da umut gibi bir düzineden fazla durum olabilir. İlk sayfayı okuyup bitirdiğinizde, kendinizi bu atmosfer içinde bulmuyorsanız, yazı makinasının başına geri dönmelisiniz!
4)Geri dönüşlerde (flashback) dikkatli davrandınız mı?
Şimdi'den ansızın bir kopuş be ansızın bir geri dönüş, okurun ilgisini çabuk kaybettirebilir. Bu teknik konusunda usta değilseniz, mümkün olduğu kadar geri dönüş kullanmaktan kaçının ve öykünün baştan sona doğru düzenli akıp gitmesi için gerekeni yapın.
5)Bildiğiniz şeyleri mi yazdınız?
Yıllar önce iyi ses getirmiş Everglades'ı yazdığımda, bir okur Florida'da ne kadar yaşadığımı sorduğunda kendimi ukala hissetmiş ve gururlu bir biçimde, orada hiç bulunmadığımı söylemiştim. Gurur balonum çabucak söndü. Çünkü Florida'da yaşamış olan bir okur, Evergalde'ların, Florida'da yetişmeyen çınar ağaçları olduğunu söylemişti. Bu yüzden ne yazdığınızı bilin.
6)Öykünüzü güncelleştirdiniz mi?
Belli bir dönemle ilgili yazmıyorsanız, o döneme özgü argoyu ya da söylem biçimini içeren diyalogları kullanmayacağınızdan eminim. Çünkü bu birçok modern öyküde  rastlanan hatadır. Bize sık sık hatırlatılan, "habersizce değişen şeyler" olan fiyatlardan, tarzlardan ve diğer etkenlerden nasıl söz ettiğinize dikkat edin.
7)Gereksiz eylemler mi kullandınız?
Eğer karakteriniz öyküyle ilgisi olmayan şeyler söylüyor ya da yapıyorsa, en iyisi onları çıkartın. Okuru, bir yere götürmediğine inandığı ve sonu olmayan şeyler kadar rahatsız eden pek az şey vardır.
8)Gerektiğinden çok fazla mı kelime kullandınız?
Aynı cümlede ya da paragrafta gereğinden fazla sözcük kullanılmaz. Bazı durumlarda, öykünün atmosferini yakalamak ya da vurgu yapmak için gereğinden fazla sözcük kullanılabilir ama buna çok kaçınılmaz olduğunda başvurun.
9)Öykünüzde gereksiz karakterlere mi yer verdiniz?
Öykünün amacına uymayan gereksiz karakterler okuru yalnızca şaşırtır. Çıkarmaktan çekinmeyin.
10)Karakterlerinizi "karakter" olarak koruyabildiniz mi?
Öykünüzü istediğiniz gibi sonlandırabilmek için karakterlerinizi ansızın değiştirmeyin.
11)Çok sık kullandığınız sözcük ya da cümle var mı?
Bazı sözcükler bir öyküde kesinlikle sık kullanılabilir ama diğerlerinin bir kez kullanılması yeterlidir. Çalıştığınız öyküde sık kullanılan aynı sözcük ya da cümlelere rastlıyorsanız, geri dönüp sözcük dağarcığınızı gözden geçirmeli ve gerekli düzeltmeleri yapmalısınız.
12)Diyaloglarınız çok mu resmi?
Zihinde tasarlanmış konuşmalar, gerçek konuşmalardan farklıdır. Diyalogları sesli okuyun. Sonra okumadan diyalogları doğal bir biçimde konuşmaya çalışın. Diyaloglarınızın, ilk taslağınızdaki yapay konuşmaları daha doğal biçime getirdiğini göreceksiniz.
13)Ele aldığınız olaylar doğru mu?
Ayı bir gezegen olarak mı tanımladınız? (O bir uydudur.) 1820'de yapılan bir savaştaki asker, 1835'te icat edilecek olan "revolver" mi kullanıyor? Birçok insan, sizin gibi bu yanlışları fark etmeyebilir ama öykünüzü mahveden bu yanlışları gören bir editörün gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılacaktır. Bu duruma düşmemek için öykünüzü birkaç kez kontrol edin. Doğru olması için ne yapmanız gerektiğini araştırın. Tahminlere güvenmeyin!
14)Öykünüzün sahnesini ya da atmosferini mi bozdunuz?
Kahraman Bill Jones, tehlikeli bir dağ yolunda tökezlediği zaman kırılan kolu, gözleri kanlanmadan önce acıdan titriyordu. Çölde, hemen yanında açmış olan mavi çiçeklerin kokusunu hissetmiyordu bile... Ve siz de hissetmemelisiniz. Konu dışı sorunları öykünüze nasıl soktuğunuza dikkat edin, özellikle öykünün doruk noktalarında.
15)Öykünüz sıradan mı yoksa özgün mü?
Eğer öykünüzdeki kadın, "saçları olgun buğday renginde, gözleri duru havuzlar gibi, vücudu Venüs gibi ve sevişirken cilveli bir şekilde, 'daha önce hiç böyle hissetmemiştim'" gibi ifadelerle anlatılıyorsa, kesinlikle editör de böyle hissetmemiştir ama duygusu yalnızca mide bulanışı olacaktır. Sonuç: Öykünüz reddedildi!
16)Öykünüzdeki eylemler tutarlı mı?
Öykünüzde anlattığınız her şey sorunsuz ve doğal biçimde gelişiyorsa işler yolunda demektir. Ama öykünüzle bağdaşmayan bir olay, düşünce ya da betimleme varsa, kahraman öykünün akışı içinde mantıklı, anlaşılır ve kabul edilebilir biçimde izlenemiyorsa, şansınız kaybediyorsunuz demektir.
17)Okunmaya değer, anlamlı şeyler anlattınız mı?
Yeni bitirdiğiniz bir öyküye hafif bir romantizm, derin bir gizem ya da çetrefil bir düğüm egemen olabilir ama yeniden okuyup bitirdiğinizde gerçekten okunmaya değer bir şeyler anlattığınızı görüyor musunuz? Eğer öykünüz okur tarafından on dakika sonra unutulacak türden bir öykü ise emin olun yayıncı tarafından da on dakika içinde çöp kutusuna atılacaktır.
8)Öykünüz mantıklı mı?
En düşsel bilimkurgular bile yazılırken bir mantıksal sistem çerçevesi içinde geliştirilmelidir. Öykünüzün türü ne olursa olsun bu kural geçerlidir. Yazdığınız bir öyküyü tekrar okurken şu soruyu sormayı asla unutmayın: "Anlatılan olaylar mantıklı bir akış izliyor mu?"
19)Öykünüzün kahramanı kendi sorunlarını kendisi mi çözüyor?
Kahramanınızın sorunlarını çözmesi için depremlere, yıldırımlara, tren ya da otomobil kazalarına, doğal felaketlere ya da tanrıya güvenmeyin. Eğer kahramanınız kendi sorunlarını kendi çözememişse öykünüz havada kalmış demektir.
20)Yazdığınız bir öykü mü yoksa düz yazı mı?
Öykü bir açıklama ya da betimleme değildir. Öykü, belirli bir çözüm ve sonuç gerektiren bir durum yaratan olaylar dizisidir. Bunu sakın unutmayın.
21)Düğüm bölümü çok mu kısa?
Öykünüzü tasarlarken kurduğunuz düğümle ilgili altyapıyı oluşturmak için sayfalarca şey anlatıp okurun ne olduğunu anlayamadan, hatta kendini aldatılmış hissedebileceği biçimde kısaca özetleyip bitirdiniz mi? Unutmayın, öykünün doruk noktası çok önemlidir. Bu noktayı diğer olaylar gibi özetleyip havada bırakamazsınız.
22)Öykünüzü çok erken ya da çok mu geç bitirdiniz?
Öykünüzü doruk noktasının hemen başında bitirmeniz okuru rahatsız eder. Ancak doruk noktasını gereksiz yere uzatarak öykünün sonuna gelmek için zaman geçirmeniz de okuru sıkar ve düş kırıklığına uğratır. Doruk noktasının akışını bozmadan kendi doğallığı içinde öyküyü bitirin.
23)Yalnızca kendiniz için mi yazdınız?
Bir yazar kendisini mutlu edecek yazınsal faaliyetlerde bulunmalıdır ama eğer günlük yazmıyorsa anlattığı şeylerin okur için de ilginç biçime gelmesini sağlamalıdır. Kendinize her zaman şu soruyu sorun: "Eğer ben okurun yerinde olsam ve karakterleri yalnızca bu yazdıklarımla tanımak zorunda olsam acaba yazdıklarım yeterli olur mu?"
24)Öykünüz okuru düşündürüyor mu?
Bir çok öykünün başarısız olmasının nedenlerinden biri, okurun yaratıcılığını ve düş gücünü zorlayıcı bir şey bırakmamasıdır. Anlatılanları görselleştirebilmesi ve bir çerçeveye oturtabilmesi için okura şans tanıyın ama kaybolup gideceği sonlara da izin vermeyin.

Yukarıdaki kontrol listesi, yazarların yaptığı tüm yanlışları içermemektedir. Ayrıca uyulması gereken katı ve kesin kurallar olarak da görülmemeli. Bunlar yalnızca yazarların genel olarak yaptığı yanlışlardır.

Kaynak: Öykü Yazma Teknikleri Hazırlayan Salih Bolat
               Varlık Yayınları

17 Aralık 2014 Çarşamba

KAFAMDA BİR TUHAFLIK

Orhan Pamuk'un merakla beklenen romanı Kafamda Bir Tuhaflık, raflarda yerini alır almaz sosyal medyada hakkında en çok konuşulan kitap oldu. Şikayetçi değilim. İyi ki Twitter'ımız var da Semih Gümüş'ün romana dair yorumlarını okuyabiliyoruz. Semih Gümüş'ün okumasıyla eş zamanlı ilerlediğini tahmin ettiğim tweetlerini kendim için bir araya getirdim.


Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık romanını okumaya başladım. Altı yıl aradan sonra bir Orhan Pamuk romanı okumak heyecan verici. Orhan Pamuk, her yazdığını merak ettiğimiz, iyi okuyup iyi değerlendirmeye çalıştığımız bir romancı, önemli bir yaratıcı yazar.
Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı sanırım en dikkatli okuduğum romanlarından biri olacak. Ne de olsa bir İstanbul ve dönem romanı. Kafamda Bir Tuhaflık'ı okurken anlatıcılara bakarak ilerlemek gerekir. Orhan Pamuk'un farklı bir anlatım biçimi denediği kuşkusuz. Üçüncü kişi anlatıcı romanın kişilerinden biri değil. Adları belirtilerek araya giren roman kişileri de, anlatılan öyküyü dışarıdan tamamlıyor. Kafamda Bir Tuhaflık klasik romanın hikâye anlatma coşkusuna kapılıp giderken post modern tekniklerin olanaklarını da kullanıyor. İlgi çekici.
Kafamda Bir Tuhaflık'ın 62. sayfasında Süleyman, roman kişilerinden olmayan anlatıcıya, "Doğru değil," diye yanıt verir. Düşünelim.
Kafamda Bir Tuhaflık, anlatıcının nasıl anlattığına, kişilerin birinci kişi ağzından hikâyeye nasıl katıldıklarına bakarak da okunmalı.
Kafamda Bir Tuhaflık bir dönem romanı da. Dönemin bilgisi pek çok ayrıntıyla verilir. Bazen doğrudan, bazen kişilerin yaşadıkları içinden. Romancı, dönemi anlatan bilgileri ayrıntılı biçimde araştırır. Onları aktarmak için değil, kendi bildiklerinden daha çoğunu öğrenmek için. Gerçeğin bilgisini ayrıntılı biçimde araştırmak yaratacağınız kurmaca dünyaya sahici, inandırıcı, tutarlı bir gerçeklik kazandırmak içindir.
Kafamda Bir Tuhaflık'ta hikâye anlatılırken araya sokulan kişiler, romanın büyük hikâyesinin gerekli yerlerine kayıt düşer gibi konuşur. Kurmaca anlatının motorunu, anlatıcının bıraktığı yerden kişilerin söz alması biçiminde çalıştırıyor Orhan Pamuk. Anlatı böylece akar.
Orhan Pamuk Kafamda Bir Tuhaflık'ın hikâyesini taşkın bir tutkuyla anlatıyor. Hikâye anlatma yetkinliği önemli. Romanın özelliklerinden. Kafamda Bir Tuhaflık, coşkuyla anlatılan hikâyesi ve hikâyeye katılan çok sayıda kişisiyle Latin Amerika romanındaki örnekleri hatırlatıyor.
Orhan Pamuk'un en sevdiği romanlarından birinin Kafamda Bir Tuhaflık olacağından kuşkum yok. Bazı romanlar vardır, çok iyidir, önemlidir, her şeyi tastamamdır ama bir de büyük romanlar vardır, dünyası, anlatım biçimi ona uygundur. Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı kendisi için bir büyük roman olarak tasarlayıp yazdığını, bu romanına çok önem vereceğini düşünüyorum. Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık romanına en uzak duracak okur bile, romanın çok önemli bir dönemi anlatan hikâyesini ilgiyle okuyabilir. Şu da var: Romanların anlattığı hikâyeler ne yazık ki pek ilgi çekici olmazken Kafamda Bir Tuhaflık'ın çok ilgi çekici bir hikâyesi var. Kafamda Bir Tuhaflık'ın hikâyesi tuğlaları üst üste koyarak gelişiyor. Sonunda hikâye anlatmayı çok seven bir yazar v var. Bu da önemli.
Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı da başından sonuna her sahnesini önceden tasarlayıp gözlerinin önünde canlandırarak yazdığı belli. Bu romanı okurken her sahneyi gözlerimizin önünde canlandırarak okuyabiliriz, bu bir roman anlayışıdır ve her roman elbette böyle yazılmaz.
Orhan Pamuk'un son romanları önceki dönemlerdeki satış sayısına ulaşmıyordu. Masumiyet Müzesi, Kara Kitap ve Yeni Hayat kadar satılmadı. Yanılır mıyım bilmem ama bir öngörü: Anlattığı dönemin önemi, merakla ve kolay okunan hikâyesi nedeniyle Kafamda Bir Tuhaflık çok satılacak.
Kafamda Bir Tuhaflık'ın 1969'dan sonraki kırk yılı kapsayan hikâyesinde, günümüzde yaşananlara göndermeler var. Bknz. s.114 ve dahası...
Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı dünyadaki okurlarını da göz önünde tutarak yazdığı söylenebilir. Bir Türkiye ve İstanbul gerçekliği...
 

16 Aralık 2014 Salı

AĞITIN SONU


Galapera Sanat'ta düzenlenen yazar sohbetleri ne zamandır aklımdaydı. Kasım ayının ilk hafta sonu İstanbul'a yolum düşünce soluğu burada aldım. Menekşe Toprak ile son romanı Ağıtın Sonu hakkındaki sohbet samimi bir ortamda gerçekleşti. Katılımcı sayısı azdı ve hiçbirimiz romanı okumamıştık. Bizim eksikliğimizi Jale Sancak çok iyi kapattı. Doğru sorular, yerinde yorumlar, gerektiği kadar araya girerek temponun düşmediği, keyifli bir sohbet ortamı sağladı bize. Ev sahipliğinden çok memnun kaldığımı söyleyebilirim. Umarım yolum yeniden Galapera Sanat'ta düzenlenen yazar sohbetlerine düşer.
Katılımcı sayısı az olunca daha samimi bir ortam oluşuyor. Sadece roman hakkında değil, okumak, yazmak, yayıncılık dünyası hakkında merak ettiklerinizi de sorabileceğiniz bir ortam oluşuyor. Ya da ben böyle hissediyorum. Söz bir ara çeviri eserlere gelince takip etmemiz gereken, iyi çevirmen isimlerini sordum hem Menekşe Toprak'a hem de Jale Sancak'a. Menekşe Toprak, konuklar arasında bulunan Almancadan çeviri yapan Tevfik Turan'ı saydı önce. Yıllar evvel çok severek okuduğum Koku romanını çevirdiğini o esnada bilip teşekkür edebilmeyi isterdim. Okuduğu kitapların çevirmenlerinin adına daha çok dikkat etmeli, romanların arkasındaki gizli kahramanları unutmamalı insan. Merak edenler için ismi geçen çevirmenler şöyle: Tevfik Turan, Ayşe Sarısoy, İlknur Özdemir, Ahmet Cemal, Nevzat Erkmen, Tahsin Yücel, Aysel Bora
İletişim Yayınları'ndan ilk kitapları yayımlanan yeni yazarların pek çoğundan Levent Cantek'in ne kadar harika bir iş çıkardığını, çok iyi bir editör olduğunu söylediklerini okumuşumdur. Ağıtın Sonu'nun editörünün Levent Cantek olduğunu görünce, editör-yazar ilişkilerini sordum.
"Sonbaharda İletişim Yayınları'na gönderdiğim dosyada sadece bir masal vardı ve bu dosyanın sonunda yer alıyordu. Editörüm Levent Cantek, metnin bütününden bağımsız okunabildiği için masalı kitabın başlarına koymanın güzel olabileceğini söyledi. Ben masala dosyada uygun bir yer ararken masal hikâyenin bütününe yer vermeye başladı. Bazı bölümler atıldı bu sayede, bazı bölümler yeniden yazıldı. Sonra yeni bir masal filizlendi."
Romandaki kadınlar, kutsal anne, kutsal aile ile kuşatılmamış. Toprak, onları yüceltmeden, savunmadan, oldukları gibi anlatmış. Bedenlerinin çağrısına  yanıt veren, hatalar yapan, pişman olan kadınlar bunlar. Sahici, inandırıcı, yaralı... 
Bianet'te Mustafa Sütlaş, roman hakkında şunları yazmış:
"Roman iki bölümden, o kahramanların birbirleriyle kesişen hikâyelerinden oluşuyor. Kitapta “mekân temelinde” birbirinden ayrılan bölümlerdeki “episodik” anlatım, kimilerine verilen “numara”lar, kimilerine konulan “başlık”larla anlatılan o hikâyelerin her birinin birer bağımsız hikâye gibi okunmasını sağlıyor. Hikâyelerin sonları ise bir başka hikâyenin kapısı açıyor. Tüm bunlar Menekşe Toprak’ın öykücülüğünün daha ağır bastığını düşündürüyor bize.
Ben bu yoruma katılmadım. Menekşe Toprak, betimlemeyi seven bir yazar. Neredeyse klasiklerde rastlanacak kadar fazla ayrıntıya boğuyor bizi. Sahne gözümüzde tam olarak canlanıyor canlanmasına ama bir öykücünün taşıması gereken sözcük ekonomisi, kısa zamanda, az cümlede atmosfer yaratma, karakter inşa etme, okura boşluk bırakma gibi öykünün olmazsa olmazlarını içermiyor anlatı. Yazarın herhangi bir öykü kitabını okumadan bu yargıda bulunmak belki fazlasıyla peşin hükümlülük ama bana göre bir öykücü değil romancıydı karşımdaki.
"Bir yere ait olma duygusu bu romandaki bana dair en otobiyografik durum," diyor Menekşe Toprak. "İçimde tartıştığım bir konu vardı. Ben bu konuya hikâye biçtim. İlk yazdığım bölüm, annenin kızını terk ettiği bölümdü. Bu kadar kısa olmaz diye düşündüm. Hiç babaanne, anneanne tanımadım. Aile büyükleri kadınlar acılı analardı. Masal anlatmazlardı. Anlatırken birden ağlamaya başlarlardı. Ağıda dönerdi. Bu annemde kaçma duygusu yaratırdı. Annemin suskunluğu, anlatamamasından doğdu bu roman." Bu hâl, bu suskunluk bana çok tanıdık geldi. Yüzleşebilmenin, içimizdeki acıların, ağıtların son bulması ümidiyle okudum romanı. Tüm o sayfalardan geriye ne kaldı derseniz, sadece içindeki iki masal.


11 Aralık 2014 Perşembe

İLK HEYECAN


Deniz ile "Bil Bakalım Ne?" oynuyoruz bir süredir. Oyunu biraz değiştirip basitleştirdik. Bir kart seçiyoruz. Karttaki nesneyi tarif ederek rakibimizin doğru tahminde bulunmasını bekliyoruz. Deniz'in kelimelerini, tarifini dinlemek büyük zevk.
Belki bir arkadaşına söylese, karşısındaki anlamayacak ama "Evde pişirilir, üzerine reçel, bal sürülür," dediğinde ekmeği tarif ettiğini, "Kargoyla gelir, bazılarının kapağında kâğıt olur," dediğinde kitabı anlattığını çok iyi anlıyorum. Ortak kelimelerimiz, anılarımız beni gülümsetiyor.
Bizim evde kitaplar üçe ayrılır: Kargoyla gelenler, hediye gelenler ve kütüphaneden ödünç alınanlar yani sırtında kâğıt olanlar.
Deniz, bir hastalık döneminden, kreşte yalnız kalma korkusuyla çıktı. Beni tüm gün yanında, sınıfta tutunca babası devreye girdi. İki üç gün sabah onunla evde kaldı. Okula bıraktı. Akşam benim onu alacağımı söyleyerek kararlı bir şekilde ayrıldı. O günlerden birinde kısa süreliğine dışarı çıkıp geri geldiklerinde kargo şirketinden kurye gelmiş ve bizi evde bulamadığına dair kâğıt yapıştırmış kapıya. Deniz her gelen paketi sahiplendiği için bu kâğıda da el koymuş. Babası telefonla haber verince iş çıkışı önce kargo şirketine gittim. Aceleyle paketi yırttım. Kendi öykümün olduğu sayfayı buldum ve sanki ilk kez okuyormuşum gibi heyecanla okumaya başladım.
Yüzümde kocaman bir gülümseme Deniz'i aldım. Eve girdik. Yatak odasına girdiğimizde duvara yapıştırdığı kâğıdı gördü.
"Anne biz evde yokken kargocu gelmiş."
"Biliyorum. Gidip aldım."
"Kipak mı geldi?"
"Evet,"
"Bana mı?"
"Hayır. Biliyor musun, o kitabın bir bölümünü ben yazdım."
Kendisine kitap gelmemesine bozuldu. Dudakları büzüldü. Omuzları aşağı sarktı. Ve itiraz etti.
"Hayır, bir bölümünü değil hepsini sen yaz anne."
Kızım hedefimi belirledi. Kim bilir, belki bir gün...
 

10 Aralık 2014 Çarşamba

YILIN SEVİLESİ ÇOCUK KİTAPLARI

Aralık ayı listeler ayıdır. Yıla damgasını vuran, gözden kaçırılmaması gereken listeleri okur dururuz ay boyunca. Kimine burun kıvırır, kimine hak verir, kimi gözden kaçırdıklarımızı ise not alırız.
Birinci yaşına yeni girmiş bir edebiyat bloğu olarak bir liste de ben hazırlayayım istedim. Yeni çıkan öykü ve romanları ortalama bir okur düzeyinde takip edebildiğim için bu kategoriyi kitap eklerine ve edebiyat sitelerine bıraktım. Daha yakından takip ettiğim okul öncesi resimli kitapları mercek altına aldım.
2014 yılında yayımlanmış, uyku öncesi saatlerimizi şenlendiren, bizi güldüren, düşündüren en iyi 10 kitap. (Kitaplar alfabetik sırayla listelenmiştir.)


1)ANAHTAR
Yazan Isabelle Flass
Resimleyen Annick Masson
Çeviri Acar Erdoğan
Mavi Bulut Yayıncılık
2)BALIK TUTMA DERSİ
Yazan Heinrich Böll
Uyarlayan Bernard Friot
Resimleyen Emile Bravo
Çeviri Figen Müge Erel
Tudem Yayınları
3)BEKÇİ AMOS'UN HASTALANDIĞI GÜN
Yazan Philip C. Stead
Resimleyen Erin E. Stead
Çeviri Esin Uslu
Yapı Kredi Yayınları
4)BULUT KUŞ
Yazan Bai Bing
Resimleyen Yo Rung
Çeviri Yuan Zhang
Günışığı Yayıncılık
5)KÜL PRENSİ
Yazan Babette Cole
Resimleyen Babette Cole
Çeviri Coşkun Şenkaya
Kuraldışı Yayınları
6)MIŞ GİBİ
Yazan Peter H. Reynolds
Resimleyen Peter H. Reynolds
Çeviri Oya Alpar
Altın Kitaplar
7)NOKTA
Yazan Peter H. Reynolds
Çizen Peter H. Reynolds
Çeviri Oya Alpar
Altın Kitaplar
8)ŞUŞU, CAN VE DÖRTTEKER
Yazan Yıldıray Karakiya
Resimleyen Başak Günaçan
Redhouse Kidz
9)YARAMAZ FARELER
Yazan Helga Bansch
Resimleyen Helga Bansch
Çeviri Dürrin Tunç
Yapı Kredi Yayınları
10)YÜZYÜZ
Yazan Leo Lionni
Resimleyen Leo Lionni
Çeviri Kemal Atakay
Elma Yayınevi

4 Aralık 2014 Perşembe

UMUT, BİR CAM MİSKETİN ARDINDA SAKLIDIR KİMİ ZAMAN

Bozuk isimli dosyasıyla 2013 Selçuk Baran Öykü ödülünü kazanan Hakkı İnanç'ın ikinci öykü kitabı Ateş Etme Silahsızım Ekim ayında yayımlandı. Kitap ismini Pinokyo adlı öykünün açılış paragrafından alıyor.
Okul bahçesindeki çocukları izliyorum pencereden. Başlarında sopa kılıklı bir adam... Yere yufka gibi bir minder sermiş, takla attırıyor yavrucaklara. Kimi bir çırpıda kıvrılıp doğruluveriyor, kimi ayakları havada kalakalıyor, düşüp ağlıyor belki, kimiyse denemekten bile korkup duvar dibine sinmiş. Yaşamak da takla atmaya benziyor biraz. Ben ikisini de beceremediğimden öyle sanıyorum ya da. Sık sık ölümü düşünüyorum bu ara. Polisiye filmler seyrediyorum. Yok yere üzülüp yastıkları dişliyorum, bazen de yumruk gibi sevinip sonra yine kederleniyorum. Ne saçma. Ömür öyle ya da böyle tükeniyor. Ne 'Eller havaya; bu bir soygundur!' ne de 'Ateş etme silahsızım!' diyebiliyorum zamana.”
Ateş Etme Silahsızım on yedi öyküden oluşuyor. İlk öykü Son Söz aksamayan, anlatım bozukluğu olmayan ancak uzun, upuzun bir cümleyle başlıyor. İlk kez okuduğum bir yazarın uzun, şatafatlı, içinden aforizmalar, 140 karakterlik tweetler çıkarma gayretiyle yazılmış cümleleriyle karşılaştığımda ya da bunu yapmaya çalıştığını hissettiğimde kaçma hissi uyanıyor içimde. Bir an, sadece kısa bir an acaba diye düşündüm, korktum. Sonra kendimi kelimelerin akışına, kurguya bıraktım, bir an olsun okuma tempom, isteğim, heyecanım değişmedi, düşmedi. Hakkı İnanç, okura kapıyı açıyor ve hızla içeri sokuyor. Sizi rahat ettireceğim derken rahatsızlık veren, ısrarcı bir ev sahibi değil üstelik. Sakin sakin anlatıyor, daha ilk sayfadan merakınızı çatallandırmayı başarıyor. Öykülerdeki olayların hepsini bire bir yaşadığımı ya da benzer kahramanlarla karşılaştığımı, onları iyi tanıdığımı söyleyemem ancak her bir kahraman kendi içinde çok inandırıcı. Yaşına, sosyo-ekonomik-politik durumuna uygun, sahici diyaloglarla kendilerini anlatıyor İnanç'ın kahramanları. Giderek artan gerilim, çatışma hemen hemen bütün öykülerde tatmin edici bir finalle bitiyor. İnsanın içindeki karanlığı, kötülüğü anlatırken melodrama kaçmıyor, sayfalardan kan, gözyaşı fışkırmıyor. Hep aynı dili, kurguyu kullanan, ortak bir tema etrafında toplanan öyküler değil bunlar ancak okuduktan sonra aynı acımtırak tat kalıyor geriye.
Dili ekonomik kullanan, bir kaç cümlede ustalıkla karakter ve atmosfer yaratan, okuruna güvenen, bütün boşlukları onun adına doldurmayan bir öykücü o. Tanışın ve takip edin. Kahramanlarını bir öykü boyunca bile kötülükten, karanlıktan korumuyor diye kızmayın hemen. Ne de olsa rahatını kaçırdığımız ağaçların, kuşların, böceklerin, doğanın ah'ı var üzerimizde. Hem umudu tümden elimizden almıyor, avcumuzun içine rengârenk bir cam misket bırakıyor, güneşe tutalım diye.

Hakkı İnanç
Kırmızı Kedi Yayınları
Öykü
96 s.

Benim en sevdiğim öyküler Son Söz, Kül ve Kırıntı, Çekirge oldu.


2 Aralık 2014 Salı

Yeni yıla girerken



Sene sonu gelip yeni yıl yaklaşırken âdettendir, geçirdiğimiz yıla hangi umutlarla, niyetlerle başladığımızı, neleri başarıp başarmadığımızı sorgular, yeni listeler hazırlarız zihnimizde, sağlık, mutluluk, terfi, daha çok para, yeni bir araba... Siz geçen yıla hangi istek ve niyetlerle girdiniz bilmiyorum. Yeni yılın ilk dakikalarında kordonda yanımda Çağlar, dudağım hafif bükük (tabi ki mevzu Deniz uyumadan dışarı çıkmayı kabul etmediğim için sokak konserine geç gidiyor  olmamızdı) atılan havai fişeklere bakarak yürürken aklımdan tek geçen yeni yılın yazılarımın yayımlanacağı bir yıl olmasıydı. Bu dilekle yatıp ertesi sabah altzine'den Anne Frank'la Göğe Bakmak isimli metnimin yayımlandığını bildiren bir e-posta almanın benim için ne kadar büyük ve erken gelen bir mucize olduğunu anlatamam.
Bu yıl düzenli olarak yazdığım, bloğumu hedeflediğim sıklıkla güncellediğim, kitap tanıtım yazılarımın yayımlandığı bir yıl oldu. Altyorum ve altatölyede metinlerim yayımlansa da altkurmacaya terfi edemedim bir türlü. Bu bende bir tür kurmaca yazamama kompleksi yarattı diyebilirim. Nedir bu kompleks derseniz, kısaca şöyle özetleyebilirim: Düşündüklerini, okuduklarını, izlediklerini derli toplu, imla kurallarına uygun, okuru kaçırmadan, sıkmadan okutabilecek metinler yazdığı hâlde kafasındakileri hikâye edememe, kurmaca bir öykü inşa edememe, edebildiğini sandıklarını da dergilerin editörlerine, yayın kurullarına beğendirememe hâli. Galapera Fanzin'de Kremalı Patates yayımlanınca sevindim sevinmesine ama bir öykü yarışmasında ilk üçe girer daha olmadı mansiyon, jüri özendirme ödülü alır ya da bir öyküm Notos, Sarnıç gibi bir edebiyat dergisinde yayımlanırsa kendimi daha iyi hissedeceğim. Bunu dedim diye sakın ola fanzinleri beğenmediğim, burun kıvırdığım düşünülmesin. Fanzinler edebiyatın arka bahçeleri, oradan pek çok kıymetli yazar/yazar adayı çıkıyor, çıkacak. En önemlisi de yazıya yeni başlayan, henüz sesini, yolunu yordamını bulamamış yazar adaylarına açtıkları kapı, uzattıkları el, yazmaya devam etmelerini mümkün kılıyor. Büyük yayın evlerine kalsa çoğu öykücünün adını bile duyamazdık sanırım. Edebiyat dünyası yığınla reddedilme hikâyeleriyle dolu. Kibarca yazmayı bırakma tavsiyeleri mi isterseniz, baştan savma metniniz edebi değer taşımamaktadır cevapları mı... Tamamen sizi görmezden gelenleri unutmamalı. Beklediğin cevap gelmiyorsa bu da bir cevaptır diye düşünebilirsiniz. Ancak bir görevi de yayımlanmaya değer yeni dosya aramak olan yayın evlerinin o matbu, kuru, ruhsuz cevapları dahi esirgemelerini doğru bulmuyorum. 
Tüm bunların yanında 2014 hasbelkader bir öykümün öykü seçkisinde yer alarak kitaplaştığı bir yıl oldu. Hâlâ mı kurmaca yazamama kompleksi diyeceksiniz pek tabi, evet hâlâ!

Çünkü;
Ankara Diş Hekimleri Odası'nın düzenlediği ÜTOPYA: BENİM DE BİR HAYALİM VAR temalı 1. Öykü Yarışmasıyla ilgili bilgilendirme mailini Berkin'in cenazesinin kalkacağı saatlerde aldım, evlere sığamadığımız, öfkemizin en yoğun olduğu, umudumuzun tükendiği, göz yaşlarımızın sel olup aktığı o günde! Ben de yazmak istedim. Çünkü canım acıyordu, Berkin ve ailesi bir daha sıradan bir pazar sabahı yaşayamayacağı için öfkeliydim. Olabilecek en sıradan pazar sabahını betimlemek istedim. Evet, bizim ütopyamız bu, elimizden çaldığınız hayalimiz bu, sıradan, sıkıcı bir pazar sabahı demek istedim. Duygularınızın en yakıcı olduğu zamanlarda yazmak biraz risklidir. Metne acı, öfke ve klişe hâkimdir. Yazdım, bitirdim. Çağlar'a okuttum. Yazdıklarımla artık giderek daha az ilgilense de iyi bir okur ve eleştirmendir. Metnin aksayan, inandırıcı olmayan yanlarına hemen itiraz eder. Tanıyanlar bilir hemen her şeye itiraz eder zaten. Çoğunlukla yazılı bir metin söz konusuysa itirazında haklıdır çünkü ben metinden yeterince uzaklaşamamışımdır ve işaret ettiği yeri kaçırmışımdır ancak çözüm önerilerine kulaklarımı tıkarım orada da neredeyse %100 haksızdır zira. Çağlar okur okumaz, "Bu ne böyle, eski sosyalistlerin dili hâkim buna, çok sloganlı ve sürprizsiz." dedi. Aklına o anda gelen  şahane fikri anlatmam için yapmam gerekenler listesi dayadı önüme. Eğer benim ilgi alanıma saygı duyuyor, bunu paylaşmak istiyorsa ön şartsız fikrini benimle paylaşması gerektiğini söyledim. Karşılıklı direndik. İki üç günün sonunda o şahane fikrini unuttu, ben hikâyemi değiştirmek istemedim. Ütopyam buydu, çocukların evlerine ekmek almaya giderken polisin gaz fişekleriyle öldürülmediği bir ülkede yaşamak bu kadar basit. Başı sonu gidişatı belli de olsa, klişe de olsa hikâyemi değiştirmeden yolladım. Bu da yaşadıklarımıza itiraz etmenin bir yoluydu o an öyle hissettim. Eylül ayında Ankara Diş Hekimleri Odası'ndan bir e-posta aldım. Bence Kitap Yayınları tarafından yayına hazırlanacak öykü seçkisinde öykümün yer alması için imzalı izin belgesi istiyorlardı. Yarışma sonucunun açıklandığını duymamıştım. Hemen sordum: Yarışmaya 13 kişi, 15 öykü katılıyordu. Evet tüm katılan öyküler basılıyordu ve daha da kötüsü yedi öykü ödüle değer bulunmuştu ve Sıcak Ekmek onlardan biri değildi. Belki de yeterince öykü gönderilmediği için seçkide yer almaya hak kazanmıştı. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Ne o an ne de şimdi yazdığım metni beğeniyorum ve hayranlık duyuyorum. Kıssadan hissi içinizdeki yangın hâlâ sizi yakarken yazmaya kalkışmayın. Yazacaksanız da klişe tuzağına düşmeyin.
Not: Bu yazı kitabın adresime postalandığı ancak henüz elime geçmediği dönemde yazılmıştır. 

1 Aralık 2014 Pazartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (6)

BİR DİLİM ÇİLEKLİ PASTA İÇİN YAZIYORUM


İlkokuldayım. Dört ya da beş. Okulumuzdaki ‘23 Nisan’ konulu şiir yarışmasında birinci olmuşum. Ödül töreninden önce bir oyun sergilenecek. Ben Atatürk’üm. Atatürk’ün şakalaştığı çocuğu oynayan arkadaş hem sarışın hem de benden uzun. Bu yüzden Atatürk’ü aslında onun canlandırması gerektiğini düşünüyor herkes. Öğretmenin bana iltimas geçtiğini… Üzgünüm biraz. Sabah ben evden çıkarken annemin karnında bir ağrı. Ona da canım sıkılıyor. Annem beni izlesin istiyorum. Zaten yaptığım her şey onu mutlu etmek için. Kederli bir kadın annem. Yüzünde kahverengi lekeler. Ben doğarken olmuş. Suçlu hissediyorum. Çok çalışıyorum. Sabaha kadar oyun metnini içmişim. Ama bizim oralar malum. Her mevsim yağışlı. Binaya doluşuyoruz hemen. İtiş kakış. İşte o an annemi görüyorum. Bahçedeki ağacın altında. Diğer birkaç anne-babayla. Yanımıza gelmeye çalışıyorlar. Müdür, “Veliler dışarıda beklesin!” deyince… Hain adam. Annem sırsıklam. Karnını tutarak gidişini izliyorum camdaki boşluktan. O gün gökkuşağını müteakip tören yapılıyor. Sarışın rolüne çalışmamış; unutuyor, karıştırıyor. Şiir yarışmasından dolma kalem kazanmışım. Eve gidince anneme gösteriyorum, “Keşke bisiklet verselerdi,” diyorum. Gülüyor. Hapşırıyor. Şifayı kapmış. Ama karnının ağrısı geçmiş -ya da öyle söylüyor. Bana en sevdiğim çilekli pastayı yapmış. Daha büyük bir ödül olabilir mi?
İkinci şiirimi lise hazırlıktayken yazıyorum. Annemin öldüğü sene. Öğretmenim şiiri çok beğeniyor. İleride yazar olabileceğimi söylüyor. Umursamıyorum. Bir daha şiir yazmıyorum. Ölmek istiyorum. Defterlere, sıralara, ağaçlara hep bunu...
Ölememekle geçen on yılın ardından, kitaba, kaleme ve haliyle hayata yeniden sarılıyorum. Özel bir akademiye gidiyorum, reklamcılık eğitimi için. Yaratıcı yazarlık hocamız Bilgin Adalı. İlk derste bizden ‘duvar’ konulu bir yazı yazmamızı istiyor. Ertesi gün sınıfa girer girmez “Hakkı İnanç hanginiz?” diye soruyor. Korkuyorum. Herkes duvarlara derdini dökerken benim güzel bir öykü kurduğumu söylüyor Bilgin Hoca. Damağımda annemin çilekli pastası… Sonra durmadan yazıyorum.
Hakkı İnanç