25 Aralık 2014 Perşembe

ALLAN W. ECKER'A GÖRE ÖYKÜLERİN KONTROLÜ

Öyküleri yayımlanmayan bir yazarın çeşitli yakınma ifadelerinden biri şöyledir: "Ah, keşke birisi bana bu öyküde neyin yanlış olduğunu söylese!"
Eğer bu sözcükler size tanıdık geliyorsa, bir iddiayı kaybettiniz demektir: Yazmaya başladığınızdan bu yana, uygun bir eleştirmene sahipsiniz. O da yalnızca sizsiniz!
Genel olarak, yayımcıların reddettiği öykülerin çoğunda, çok sık rastlanan 24 önemli nokta vardır. Bunların bazıları, öykünün hemen reddedilmesine neden olacak kadar belirgindir. Diğerleri ise yalnızca yazma teknikleriyle ilgili bilgisizlikle ya da açık seçik bir düşünceden yoksun olmakla ilgilidir.
Eğer bir kısmı atılmayı gerektiren çok uzun bir öykünüz varsa, aşağıda belirtilen 24 hatayı kontrol ettiğinizde, buna neden olan suçluyu onların arasında bulabilirsiniz. Mümkün olduğu kadar, soğukkanlı, analitik bir gözle ve kendinize karşı dürüst kalarak kontrol etmelisiniz.

 
Satılmayan Öyküler İçin Kontrol Listesi
1)Doğru başlangıç yaptınız mı?
Öykünün başlangıç yerini belirlemek hiç kolay değildir. Seçtiğiniz girişin doğru olup olmadığını anlamak için en iyi yol ikinci, üçüncü ve daha sonraki olayları anlatıdan çıkarıp girişi tekrar formüle etmektir.
2)Başlangıcınız yavaş mı?
Girişi çok uzatmayın. Okurun ilk elli sözcükte kaybedilme olasılığı, anlatının herhangi bir yerinde kaybetme olasılığından yüksektir.
3)Öykünün genel atmosferini oluşturdunuz mu?
Belirgin ve temel bir atmosfer öykünün bütününe yayılmalıdır. Bu atmosfer mutluluk, korku, kuşku ya da umut gibi bir düzineden fazla durum olabilir. İlk sayfayı okuyup bitirdiğinizde, kendinizi bu atmosfer içinde bulmuyorsanız, yazı makinasının başına geri dönmelisiniz!
4)Geri dönüşlerde (flashback) dikkatli davrandınız mı?
Şimdi'den ansızın bir kopuş be ansızın bir geri dönüş, okurun ilgisini çabuk kaybettirebilir. Bu teknik konusunda usta değilseniz, mümkün olduğu kadar geri dönüş kullanmaktan kaçının ve öykünün baştan sona doğru düzenli akıp gitmesi için gerekeni yapın.
5)Bildiğiniz şeyleri mi yazdınız?
Yıllar önce iyi ses getirmiş Everglades'ı yazdığımda, bir okur Florida'da ne kadar yaşadığımı sorduğunda kendimi ukala hissetmiş ve gururlu bir biçimde, orada hiç bulunmadığımı söylemiştim. Gurur balonum çabucak söndü. Çünkü Florida'da yaşamış olan bir okur, Evergalde'ların, Florida'da yetişmeyen çınar ağaçları olduğunu söylemişti. Bu yüzden ne yazdığınızı bilin.
6)Öykünüzü güncelleştirdiniz mi?
Belli bir dönemle ilgili yazmıyorsanız, o döneme özgü argoyu ya da söylem biçimini içeren diyalogları kullanmayacağınızdan eminim. Çünkü bu birçok modern öyküde  rastlanan hatadır. Bize sık sık hatırlatılan, "habersizce değişen şeyler" olan fiyatlardan, tarzlardan ve diğer etkenlerden nasıl söz ettiğinize dikkat edin.
7)Gereksiz eylemler mi kullandınız?
Eğer karakteriniz öyküyle ilgisi olmayan şeyler söylüyor ya da yapıyorsa, en iyisi onları çıkartın. Okuru, bir yere götürmediğine inandığı ve sonu olmayan şeyler kadar rahatsız eden pek az şey vardır.
8)Gerektiğinden çok fazla mı kelime kullandınız?
Aynı cümlede ya da paragrafta gereğinden fazla sözcük kullanılmaz. Bazı durumlarda, öykünün atmosferini yakalamak ya da vurgu yapmak için gereğinden fazla sözcük kullanılabilir ama buna çok kaçınılmaz olduğunda başvurun.
9)Öykünüzde gereksiz karakterlere mi yer verdiniz?
Öykünün amacına uymayan gereksiz karakterler okuru yalnızca şaşırtır. Çıkarmaktan çekinmeyin.
10)Karakterlerinizi "karakter" olarak koruyabildiniz mi?
Öykünüzü istediğiniz gibi sonlandırabilmek için karakterlerinizi ansızın değiştirmeyin.
11)Çok sık kullandığınız sözcük ya da cümle var mı?
Bazı sözcükler bir öyküde kesinlikle sık kullanılabilir ama diğerlerinin bir kez kullanılması yeterlidir. Çalıştığınız öyküde sık kullanılan aynı sözcük ya da cümlelere rastlıyorsanız, geri dönüp sözcük dağarcığınızı gözden geçirmeli ve gerekli düzeltmeleri yapmalısınız.
12)Diyaloglarınız çok mu resmi?
Zihinde tasarlanmış konuşmalar, gerçek konuşmalardan farklıdır. Diyalogları sesli okuyun. Sonra okumadan diyalogları doğal bir biçimde konuşmaya çalışın. Diyaloglarınızın, ilk taslağınızdaki yapay konuşmaları daha doğal biçime getirdiğini göreceksiniz.
13)Ele aldığınız olaylar doğru mu?
Ayı bir gezegen olarak mı tanımladınız? (O bir uydudur.) 1820'de yapılan bir savaştaki asker, 1835'te icat edilecek olan "revolver" mi kullanıyor? Birçok insan, sizin gibi bu yanlışları fark etmeyebilir ama öykünüzü mahveden bu yanlışları gören bir editörün gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılacaktır. Bu duruma düşmemek için öykünüzü birkaç kez kontrol edin. Doğru olması için ne yapmanız gerektiğini araştırın. Tahminlere güvenmeyin!
14)Öykünüzün sahnesini ya da atmosferini mi bozdunuz?
Kahraman Bill Jones, tehlikeli bir dağ yolunda tökezlediği zaman kırılan kolu, gözleri kanlanmadan önce acıdan titriyordu. Çölde, hemen yanında açmış olan mavi çiçeklerin kokusunu hissetmiyordu bile... Ve siz de hissetmemelisiniz. Konu dışı sorunları öykünüze nasıl soktuğunuza dikkat edin, özellikle öykünün doruk noktalarında.
15)Öykünüz sıradan mı yoksa özgün mü?
Eğer öykünüzdeki kadın, "saçları olgun buğday renginde, gözleri duru havuzlar gibi, vücudu Venüs gibi ve sevişirken cilveli bir şekilde, 'daha önce hiç böyle hissetmemiştim'" gibi ifadelerle anlatılıyorsa, kesinlikle editör de böyle hissetmemiştir ama duygusu yalnızca mide bulanışı olacaktır. Sonuç: Öykünüz reddedildi!
16)Öykünüzdeki eylemler tutarlı mı?
Öykünüzde anlattığınız her şey sorunsuz ve doğal biçimde gelişiyorsa işler yolunda demektir. Ama öykünüzle bağdaşmayan bir olay, düşünce ya da betimleme varsa, kahraman öykünün akışı içinde mantıklı, anlaşılır ve kabul edilebilir biçimde izlenemiyorsa, şansınız kaybediyorsunuz demektir.
17)Okunmaya değer, anlamlı şeyler anlattınız mı?
Yeni bitirdiğiniz bir öyküye hafif bir romantizm, derin bir gizem ya da çetrefil bir düğüm egemen olabilir ama yeniden okuyup bitirdiğinizde gerçekten okunmaya değer bir şeyler anlattığınızı görüyor musunuz? Eğer öykünüz okur tarafından on dakika sonra unutulacak türden bir öykü ise emin olun yayıncı tarafından da on dakika içinde çöp kutusuna atılacaktır.
8)Öykünüz mantıklı mı?
En düşsel bilimkurgular bile yazılırken bir mantıksal sistem çerçevesi içinde geliştirilmelidir. Öykünüzün türü ne olursa olsun bu kural geçerlidir. Yazdığınız bir öyküyü tekrar okurken şu soruyu sormayı asla unutmayın: "Anlatılan olaylar mantıklı bir akış izliyor mu?"
19)Öykünüzün kahramanı kendi sorunlarını kendisi mi çözüyor?
Kahramanınızın sorunlarını çözmesi için depremlere, yıldırımlara, tren ya da otomobil kazalarına, doğal felaketlere ya da tanrıya güvenmeyin. Eğer kahramanınız kendi sorunlarını kendi çözememişse öykünüz havada kalmış demektir.
20)Yazdığınız bir öykü mü yoksa düz yazı mı?
Öykü bir açıklama ya da betimleme değildir. Öykü, belirli bir çözüm ve sonuç gerektiren bir durum yaratan olaylar dizisidir. Bunu sakın unutmayın.
21)Düğüm bölümü çok mu kısa?
Öykünüzü tasarlarken kurduğunuz düğümle ilgili altyapıyı oluşturmak için sayfalarca şey anlatıp okurun ne olduğunu anlayamadan, hatta kendini aldatılmış hissedebileceği biçimde kısaca özetleyip bitirdiniz mi? Unutmayın, öykünün doruk noktası çok önemlidir. Bu noktayı diğer olaylar gibi özetleyip havada bırakamazsınız.
22)Öykünüzü çok erken ya da çok mu geç bitirdiniz?
Öykünüzü doruk noktasının hemen başında bitirmeniz okuru rahatsız eder. Ancak doruk noktasını gereksiz yere uzatarak öykünün sonuna gelmek için zaman geçirmeniz de okuru sıkar ve düş kırıklığına uğratır. Doruk noktasının akışını bozmadan kendi doğallığı içinde öyküyü bitirin.
23)Yalnızca kendiniz için mi yazdınız?
Bir yazar kendisini mutlu edecek yazınsal faaliyetlerde bulunmalıdır ama eğer günlük yazmıyorsa anlattığı şeylerin okur için de ilginç biçime gelmesini sağlamalıdır. Kendinize her zaman şu soruyu sorun: "Eğer ben okurun yerinde olsam ve karakterleri yalnızca bu yazdıklarımla tanımak zorunda olsam acaba yazdıklarım yeterli olur mu?"
24)Öykünüz okuru düşündürüyor mu?
Bir çok öykünün başarısız olmasının nedenlerinden biri, okurun yaratıcılığını ve düş gücünü zorlayıcı bir şey bırakmamasıdır. Anlatılanları görselleştirebilmesi ve bir çerçeveye oturtabilmesi için okura şans tanıyın ama kaybolup gideceği sonlara da izin vermeyin.

Yukarıdaki kontrol listesi, yazarların yaptığı tüm yanlışları içermemektedir. Ayrıca uyulması gereken katı ve kesin kurallar olarak da görülmemeli. Bunlar yalnızca yazarların genel olarak yaptığı yanlışlardır.

Kaynak: Öykü Yazma Teknikleri Hazırlayan Salih Bolat
               Varlık Yayınları

17 Aralık 2014 Çarşamba

KAFAMDA BİR TUHAFLIK

Orhan Pamuk'un merakla beklenen romanı Kafamda Bir Tuhaflık, raflarda yerini alır almaz sosyal medyada hakkında en çok konuşulan kitap oldu. Şikayetçi değilim. İyi ki Twitter'ımız var da Semih Gümüş'ün romana dair yorumlarını okuyabiliyoruz. Semih Gümüş'ün okumasıyla eş zamanlı ilerlediğini tahmin ettiğim tweetlerini kendim için bir araya getirdim.


Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık romanını okumaya başladım. Altı yıl aradan sonra bir Orhan Pamuk romanı okumak heyecan verici. Orhan Pamuk, her yazdığını merak ettiğimiz, iyi okuyup iyi değerlendirmeye çalıştığımız bir romancı, önemli bir yaratıcı yazar.
Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı sanırım en dikkatli okuduğum romanlarından biri olacak. Ne de olsa bir İstanbul ve dönem romanı. Kafamda Bir Tuhaflık'ı okurken anlatıcılara bakarak ilerlemek gerekir. Orhan Pamuk'un farklı bir anlatım biçimi denediği kuşkusuz. Üçüncü kişi anlatıcı romanın kişilerinden biri değil. Adları belirtilerek araya giren roman kişileri de, anlatılan öyküyü dışarıdan tamamlıyor. Kafamda Bir Tuhaflık klasik romanın hikâye anlatma coşkusuna kapılıp giderken post modern tekniklerin olanaklarını da kullanıyor. İlgi çekici.
Kafamda Bir Tuhaflık'ın 62. sayfasında Süleyman, roman kişilerinden olmayan anlatıcıya, "Doğru değil," diye yanıt verir. Düşünelim.
Kafamda Bir Tuhaflık, anlatıcının nasıl anlattığına, kişilerin birinci kişi ağzından hikâyeye nasıl katıldıklarına bakarak da okunmalı.
Kafamda Bir Tuhaflık bir dönem romanı da. Dönemin bilgisi pek çok ayrıntıyla verilir. Bazen doğrudan, bazen kişilerin yaşadıkları içinden. Romancı, dönemi anlatan bilgileri ayrıntılı biçimde araştırır. Onları aktarmak için değil, kendi bildiklerinden daha çoğunu öğrenmek için. Gerçeğin bilgisini ayrıntılı biçimde araştırmak yaratacağınız kurmaca dünyaya sahici, inandırıcı, tutarlı bir gerçeklik kazandırmak içindir.
Kafamda Bir Tuhaflık'ta hikâye anlatılırken araya sokulan kişiler, romanın büyük hikâyesinin gerekli yerlerine kayıt düşer gibi konuşur. Kurmaca anlatının motorunu, anlatıcının bıraktığı yerden kişilerin söz alması biçiminde çalıştırıyor Orhan Pamuk. Anlatı böylece akar.
Orhan Pamuk Kafamda Bir Tuhaflık'ın hikâyesini taşkın bir tutkuyla anlatıyor. Hikâye anlatma yetkinliği önemli. Romanın özelliklerinden. Kafamda Bir Tuhaflık, coşkuyla anlatılan hikâyesi ve hikâyeye katılan çok sayıda kişisiyle Latin Amerika romanındaki örnekleri hatırlatıyor.
Orhan Pamuk'un en sevdiği romanlarından birinin Kafamda Bir Tuhaflık olacağından kuşkum yok. Bazı romanlar vardır, çok iyidir, önemlidir, her şeyi tastamamdır ama bir de büyük romanlar vardır, dünyası, anlatım biçimi ona uygundur. Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı kendisi için bir büyük roman olarak tasarlayıp yazdığını, bu romanına çok önem vereceğini düşünüyorum. Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık romanına en uzak duracak okur bile, romanın çok önemli bir dönemi anlatan hikâyesini ilgiyle okuyabilir. Şu da var: Romanların anlattığı hikâyeler ne yazık ki pek ilgi çekici olmazken Kafamda Bir Tuhaflık'ın çok ilgi çekici bir hikâyesi var. Kafamda Bir Tuhaflık'ın hikâyesi tuğlaları üst üste koyarak gelişiyor. Sonunda hikâye anlatmayı çok seven bir yazar v var. Bu da önemli.
Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı da başından sonuna her sahnesini önceden tasarlayıp gözlerinin önünde canlandırarak yazdığı belli. Bu romanı okurken her sahneyi gözlerimizin önünde canlandırarak okuyabiliriz, bu bir roman anlayışıdır ve her roman elbette böyle yazılmaz.
Orhan Pamuk'un son romanları önceki dönemlerdeki satış sayısına ulaşmıyordu. Masumiyet Müzesi, Kara Kitap ve Yeni Hayat kadar satılmadı. Yanılır mıyım bilmem ama bir öngörü: Anlattığı dönemin önemi, merakla ve kolay okunan hikâyesi nedeniyle Kafamda Bir Tuhaflık çok satılacak.
Kafamda Bir Tuhaflık'ın 1969'dan sonraki kırk yılı kapsayan hikâyesinde, günümüzde yaşananlara göndermeler var. Bknz. s.114 ve dahası...
Orhan Pamuk'un Kafamda Bir Tuhaflık'ı dünyadaki okurlarını da göz önünde tutarak yazdığı söylenebilir. Bir Türkiye ve İstanbul gerçekliği...
 

16 Aralık 2014 Salı

AĞITIN SONU


Galapera Sanat'ta düzenlenen yazar sohbetleri ne zamandır aklımdaydı. Kasım ayının ilk hafta sonu İstanbul'a yolum düşünce soluğu burada aldım. Menekşe Toprak ile son romanı Ağıtın Sonu hakkındaki sohbet samimi bir ortamda gerçekleşti. Katılımcı sayısı azdı ve hiçbirimiz romanı okumamıştık. Bizim eksikliğimizi Jale Sancak çok iyi kapattı. Doğru sorular, yerinde yorumlar, gerektiği kadar araya girerek temponun düşmediği, keyifli bir sohbet ortamı sağladı bize. Ev sahipliğinden çok memnun kaldığımı söyleyebilirim. Umarım yolum yeniden Galapera Sanat'ta düzenlenen yazar sohbetlerine düşer.
Katılımcı sayısı az olunca daha samimi bir ortam oluşuyor. Sadece roman hakkında değil, okumak, yazmak, yayıncılık dünyası hakkında merak ettiklerinizi de sorabileceğiniz bir ortam oluşuyor. Ya da ben böyle hissediyorum. Söz bir ara çeviri eserlere gelince takip etmemiz gereken, iyi çevirmen isimlerini sordum hem Menekşe Toprak'a hem de Jale Sancak'a. Menekşe Toprak, konuklar arasında bulunan Almancadan çeviri yapan Tevfik Turan'ı saydı önce. Yıllar evvel çok severek okuduğum Koku romanını çevirdiğini o esnada bilip teşekkür edebilmeyi isterdim. Okuduğu kitapların çevirmenlerinin adına daha çok dikkat etmeli, romanların arkasındaki gizli kahramanları unutmamalı insan. Merak edenler için ismi geçen çevirmenler şöyle: Tevfik Turan, Ayşe Sarısoy, İlknur Özdemir, Ahmet Cemal, Nevzat Erkmen, Tahsin Yücel, Aysel Bora
İletişim Yayınları'ndan ilk kitapları yayımlanan yeni yazarların pek çoğundan Levent Cantek'in ne kadar harika bir iş çıkardığını, çok iyi bir editör olduğunu söylediklerini okumuşumdur. Ağıtın Sonu'nun editörünün Levent Cantek olduğunu görünce, editör-yazar ilişkilerini sordum.
"Sonbaharda İletişim Yayınları'na gönderdiğim dosyada sadece bir masal vardı ve bu dosyanın sonunda yer alıyordu. Editörüm Levent Cantek, metnin bütününden bağımsız okunabildiği için masalı kitabın başlarına koymanın güzel olabileceğini söyledi. Ben masala dosyada uygun bir yer ararken masal hikâyenin bütününe yer vermeye başladı. Bazı bölümler atıldı bu sayede, bazı bölümler yeniden yazıldı. Sonra yeni bir masal filizlendi."
Romandaki kadınlar, kutsal anne, kutsal aile ile kuşatılmamış. Toprak, onları yüceltmeden, savunmadan, oldukları gibi anlatmış. Bedenlerinin çağrısına  yanıt veren, hatalar yapan, pişman olan kadınlar bunlar. Sahici, inandırıcı, yaralı... 
Bianet'te Mustafa Sütlaş, roman hakkında şunları yazmış:
"Roman iki bölümden, o kahramanların birbirleriyle kesişen hikâyelerinden oluşuyor. Kitapta “mekân temelinde” birbirinden ayrılan bölümlerdeki “episodik” anlatım, kimilerine verilen “numara”lar, kimilerine konulan “başlık”larla anlatılan o hikâyelerin her birinin birer bağımsız hikâye gibi okunmasını sağlıyor. Hikâyelerin sonları ise bir başka hikâyenin kapısı açıyor. Tüm bunlar Menekşe Toprak’ın öykücülüğünün daha ağır bastığını düşündürüyor bize.
Ben bu yoruma katılmadım. Menekşe Toprak, betimlemeyi seven bir yazar. Neredeyse klasiklerde rastlanacak kadar fazla ayrıntıya boğuyor bizi. Sahne gözümüzde tam olarak canlanıyor canlanmasına ama bir öykücünün taşıması gereken sözcük ekonomisi, kısa zamanda, az cümlede atmosfer yaratma, karakter inşa etme, okura boşluk bırakma gibi öykünün olmazsa olmazlarını içermiyor anlatı. Yazarın herhangi bir öykü kitabını okumadan bu yargıda bulunmak belki fazlasıyla peşin hükümlülük ama bana göre bir öykücü değil romancıydı karşımdaki.
"Bir yere ait olma duygusu bu romandaki bana dair en otobiyografik durum," diyor Menekşe Toprak. "İçimde tartıştığım bir konu vardı. Ben bu konuya hikâye biçtim. İlk yazdığım bölüm, annenin kızını terk ettiği bölümdü. Bu kadar kısa olmaz diye düşündüm. Hiç babaanne, anneanne tanımadım. Aile büyükleri kadınlar acılı analardı. Masal anlatmazlardı. Anlatırken birden ağlamaya başlarlardı. Ağıda dönerdi. Bu annemde kaçma duygusu yaratırdı. Annemin suskunluğu, anlatamamasından doğdu bu roman." Bu hâl, bu suskunluk bana çok tanıdık geldi. Yüzleşebilmenin, içimizdeki acıların, ağıtların son bulması ümidiyle okudum romanı. Tüm o sayfalardan geriye ne kaldı derseniz, sadece içindeki iki masal.


11 Aralık 2014 Perşembe

İLK HEYECAN


Deniz ile "Bil Bakalım Ne?" oynuyoruz bir süredir. Oyunu biraz değiştirip basitleştirdik. Bir kart seçiyoruz. Karttaki nesneyi tarif ederek rakibimizin doğru tahminde bulunmasını bekliyoruz. Deniz'in kelimelerini, tarifini dinlemek büyük zevk.
Belki bir arkadaşına söylese, karşısındaki anlamayacak ama "Evde pişirilir, üzerine reçel, bal sürülür," dediğinde ekmeği tarif ettiğini, "Kargoyla gelir, bazılarının kapağında kâğıt olur," dediğinde kitabı anlattığını çok iyi anlıyorum. Ortak kelimelerimiz, anılarımız beni gülümsetiyor.
Bizim evde kitaplar üçe ayrılır: Kargoyla gelenler, hediye gelenler ve kütüphaneden ödünç alınanlar yani sırtında kâğıt olanlar.
Deniz, bir hastalık döneminden, kreşte yalnız kalma korkusuyla çıktı. Beni tüm gün yanında, sınıfta tutunca babası devreye girdi. İki üç gün sabah onunla evde kaldı. Okula bıraktı. Akşam benim onu alacağımı söyleyerek kararlı bir şekilde ayrıldı. O günlerden birinde kısa süreliğine dışarı çıkıp geri geldiklerinde kargo şirketinden kurye gelmiş ve bizi evde bulamadığına dair kâğıt yapıştırmış kapıya. Deniz her gelen paketi sahiplendiği için bu kâğıda da el koymuş. Babası telefonla haber verince iş çıkışı önce kargo şirketine gittim. Aceleyle paketi yırttım. Kendi öykümün olduğu sayfayı buldum ve sanki ilk kez okuyormuşum gibi heyecanla okumaya başladım.
Yüzümde kocaman bir gülümseme Deniz'i aldım. Eve girdik. Yatak odasına girdiğimizde duvara yapıştırdığı kâğıdı gördü.
"Anne biz evde yokken kargocu gelmiş."
"Biliyorum. Gidip aldım."
"Kipak mı geldi?"
"Evet,"
"Bana mı?"
"Hayır. Biliyor musun, o kitabın bir bölümünü ben yazdım."
Kendisine kitap gelmemesine bozuldu. Dudakları büzüldü. Omuzları aşağı sarktı. Ve itiraz etti.
"Hayır, bir bölümünü değil hepsini sen yaz anne."
Kızım hedefimi belirledi. Kim bilir, belki bir gün...
 

10 Aralık 2014 Çarşamba

YILIN SEVİLESİ ÇOCUK KİTAPLARI

Aralık ayı listeler ayıdır. Yıla damgasını vuran, gözden kaçırılmaması gereken listeleri okur dururuz ay boyunca. Kimine burun kıvırır, kimine hak verir, kimi gözden kaçırdıklarımızı ise not alırız.
Birinci yaşına yeni girmiş bir edebiyat bloğu olarak bir liste de ben hazırlayayım istedim. Yeni çıkan öykü ve romanları ortalama bir okur düzeyinde takip edebildiğim için bu kategoriyi kitap eklerine ve edebiyat sitelerine bıraktım. Daha yakından takip ettiğim okul öncesi resimli kitapları mercek altına aldım.
2014 yılında yayımlanmış, uyku öncesi saatlerimizi şenlendiren, bizi güldüren, düşündüren en iyi 10 kitap. (Kitaplar alfabetik sırayla listelenmiştir.)


1)ANAHTAR
Yazan Isabelle Flass
Resimleyen Annick Masson
Çeviri Acar Erdoğan
Mavi Bulut Yayıncılık
2)BALIK TUTMA DERSİ
Yazan Heinrich Böll
Uyarlayan Bernard Friot
Resimleyen Emile Bravo
Çeviri Figen Müge Erel
Tudem Yayınları
3)BEKÇİ AMOS'UN HASTALANDIĞI GÜN
Yazan Philip C. Stead
Resimleyen Erin E. Stead
Çeviri Esin Uslu
Yapı Kredi Yayınları
4)BULUT KUŞ
Yazan Bai Bing
Resimleyen Yo Rung
Çeviri Yuan Zhang
Günışığı Yayıncılık
5)KÜL PRENSİ
Yazan Babette Cole
Resimleyen Babette Cole
Çeviri Coşkun Şenkaya
Kuraldışı Yayınları
6)MIŞ GİBİ
Yazan Peter H. Reynolds
Resimleyen Peter H. Reynolds
Çeviri Oya Alpar
Altın Kitaplar
7)NOKTA
Yazan Peter H. Reynolds
Çizen Peter H. Reynolds
Çeviri Oya Alpar
Altın Kitaplar
8)ŞUŞU, CAN VE DÖRTTEKER
Yazan Yıldıray Karakiya
Resimleyen Başak Günaçan
Redhouse Kidz
9)YARAMAZ FARELER
Yazan Helga Bansch
Resimleyen Helga Bansch
Çeviri Dürrin Tunç
Yapı Kredi Yayınları
10)YÜZYÜZ
Yazan Leo Lionni
Resimleyen Leo Lionni
Çeviri Kemal Atakay
Elma Yayınevi

4 Aralık 2014 Perşembe

UMUT, BİR CAM MİSKETİN ARDINDA SAKLIDIR KİMİ ZAMAN

Bozuk isimli dosyasıyla 2013 Selçuk Baran Öykü ödülünü kazanan Hakkı İnanç'ın ikinci öykü kitabı Ateş Etme Silahsızım Ekim ayında yayımlandı. Kitap ismini Pinokyo adlı öykünün açılış paragrafından alıyor.
Okul bahçesindeki çocukları izliyorum pencereden. Başlarında sopa kılıklı bir adam... Yere yufka gibi bir minder sermiş, takla attırıyor yavrucaklara. Kimi bir çırpıda kıvrılıp doğruluveriyor, kimi ayakları havada kalakalıyor, düşüp ağlıyor belki, kimiyse denemekten bile korkup duvar dibine sinmiş. Yaşamak da takla atmaya benziyor biraz. Ben ikisini de beceremediğimden öyle sanıyorum ya da. Sık sık ölümü düşünüyorum bu ara. Polisiye filmler seyrediyorum. Yok yere üzülüp yastıkları dişliyorum, bazen de yumruk gibi sevinip sonra yine kederleniyorum. Ne saçma. Ömür öyle ya da böyle tükeniyor. Ne 'Eller havaya; bu bir soygundur!' ne de 'Ateş etme silahsızım!' diyebiliyorum zamana.”
Ateş Etme Silahsızım on yedi öyküden oluşuyor. İlk öykü Son Söz aksamayan, anlatım bozukluğu olmayan ancak uzun, upuzun bir cümleyle başlıyor. İlk kez okuduğum bir yazarın uzun, şatafatlı, içinden aforizmalar, 140 karakterlik tweetler çıkarma gayretiyle yazılmış cümleleriyle karşılaştığımda ya da bunu yapmaya çalıştığını hissettiğimde kaçma hissi uyanıyor içimde. Bir an, sadece kısa bir an acaba diye düşündüm, korktum. Sonra kendimi kelimelerin akışına, kurguya bıraktım, bir an olsun okuma tempom, isteğim, heyecanım değişmedi, düşmedi. Hakkı İnanç, okura kapıyı açıyor ve hızla içeri sokuyor. Sizi rahat ettireceğim derken rahatsızlık veren, ısrarcı bir ev sahibi değil üstelik. Sakin sakin anlatıyor, daha ilk sayfadan merakınızı çatallandırmayı başarıyor. Öykülerdeki olayların hepsini bire bir yaşadığımı ya da benzer kahramanlarla karşılaştığımı, onları iyi tanıdığımı söyleyemem ancak her bir kahraman kendi içinde çok inandırıcı. Yaşına, sosyo-ekonomik-politik durumuna uygun, sahici diyaloglarla kendilerini anlatıyor İnanç'ın kahramanları. Giderek artan gerilim, çatışma hemen hemen bütün öykülerde tatmin edici bir finalle bitiyor. İnsanın içindeki karanlığı, kötülüğü anlatırken melodrama kaçmıyor, sayfalardan kan, gözyaşı fışkırmıyor. Hep aynı dili, kurguyu kullanan, ortak bir tema etrafında toplanan öyküler değil bunlar ancak okuduktan sonra aynı acımtırak tat kalıyor geriye.
Dili ekonomik kullanan, bir kaç cümlede ustalıkla karakter ve atmosfer yaratan, okuruna güvenen, bütün boşlukları onun adına doldurmayan bir öykücü o. Tanışın ve takip edin. Kahramanlarını bir öykü boyunca bile kötülükten, karanlıktan korumuyor diye kızmayın hemen. Ne de olsa rahatını kaçırdığımız ağaçların, kuşların, böceklerin, doğanın ah'ı var üzerimizde. Hem umudu tümden elimizden almıyor, avcumuzun içine rengârenk bir cam misket bırakıyor, güneşe tutalım diye.

Hakkı İnanç
Kırmızı Kedi Yayınları
Öykü
96 s.

Benim en sevdiğim öyküler Son Söz, Kül ve Kırıntı, Çekirge oldu.


2 Aralık 2014 Salı

Yeni yıla girerken



Sene sonu gelip yeni yıl yaklaşırken âdettendir, geçirdiğimiz yıla hangi umutlarla, niyetlerle başladığımızı, neleri başarıp başarmadığımızı sorgular, yeni listeler hazırlarız zihnimizde, sağlık, mutluluk, terfi, daha çok para, yeni bir araba... Siz geçen yıla hangi istek ve niyetlerle girdiniz bilmiyorum. Yeni yılın ilk dakikalarında kordonda yanımda Çağlar, dudağım hafif bükük (tabi ki mevzu Deniz uyumadan dışarı çıkmayı kabul etmediğim için sokak konserine geç gidiyor  olmamızdı) atılan havai fişeklere bakarak yürürken aklımdan tek geçen yeni yılın yazılarımın yayımlanacağı bir yıl olmasıydı. Bu dilekle yatıp ertesi sabah altzine'den Anne Frank'la Göğe Bakmak isimli metnimin yayımlandığını bildiren bir e-posta almanın benim için ne kadar büyük ve erken gelen bir mucize olduğunu anlatamam.
Bu yıl düzenli olarak yazdığım, bloğumu hedeflediğim sıklıkla güncellediğim, kitap tanıtım yazılarımın yayımlandığı bir yıl oldu. Altyorum ve altatölyede metinlerim yayımlansa da altkurmacaya terfi edemedim bir türlü. Bu bende bir tür kurmaca yazamama kompleksi yarattı diyebilirim. Nedir bu kompleks derseniz, kısaca şöyle özetleyebilirim: Düşündüklerini, okuduklarını, izlediklerini derli toplu, imla kurallarına uygun, okuru kaçırmadan, sıkmadan okutabilecek metinler yazdığı hâlde kafasındakileri hikâye edememe, kurmaca bir öykü inşa edememe, edebildiğini sandıklarını da dergilerin editörlerine, yayın kurullarına beğendirememe hâli. Galapera Fanzin'de Kremalı Patates yayımlanınca sevindim sevinmesine ama bir öykü yarışmasında ilk üçe girer daha olmadı mansiyon, jüri özendirme ödülü alır ya da bir öyküm Notos, Sarnıç gibi bir edebiyat dergisinde yayımlanırsa kendimi daha iyi hissedeceğim. Bunu dedim diye sakın ola fanzinleri beğenmediğim, burun kıvırdığım düşünülmesin. Fanzinler edebiyatın arka bahçeleri, oradan pek çok kıymetli yazar/yazar adayı çıkıyor, çıkacak. En önemlisi de yazıya yeni başlayan, henüz sesini, yolunu yordamını bulamamış yazar adaylarına açtıkları kapı, uzattıkları el, yazmaya devam etmelerini mümkün kılıyor. Büyük yayın evlerine kalsa çoğu öykücünün adını bile duyamazdık sanırım. Edebiyat dünyası yığınla reddedilme hikâyeleriyle dolu. Kibarca yazmayı bırakma tavsiyeleri mi isterseniz, baştan savma metniniz edebi değer taşımamaktadır cevapları mı... Tamamen sizi görmezden gelenleri unutmamalı. Beklediğin cevap gelmiyorsa bu da bir cevaptır diye düşünebilirsiniz. Ancak bir görevi de yayımlanmaya değer yeni dosya aramak olan yayın evlerinin o matbu, kuru, ruhsuz cevapları dahi esirgemelerini doğru bulmuyorum. 
Tüm bunların yanında 2014 hasbelkader bir öykümün öykü seçkisinde yer alarak kitaplaştığı bir yıl oldu. Hâlâ mı kurmaca yazamama kompleksi diyeceksiniz pek tabi, evet hâlâ!

Çünkü;
Ankara Diş Hekimleri Odası'nın düzenlediği ÜTOPYA: BENİM DE BİR HAYALİM VAR temalı 1. Öykü Yarışmasıyla ilgili bilgilendirme mailini Berkin'in cenazesinin kalkacağı saatlerde aldım, evlere sığamadığımız, öfkemizin en yoğun olduğu, umudumuzun tükendiği, göz yaşlarımızın sel olup aktığı o günde! Ben de yazmak istedim. Çünkü canım acıyordu, Berkin ve ailesi bir daha sıradan bir pazar sabahı yaşayamayacağı için öfkeliydim. Olabilecek en sıradan pazar sabahını betimlemek istedim. Evet, bizim ütopyamız bu, elimizden çaldığınız hayalimiz bu, sıradan, sıkıcı bir pazar sabahı demek istedim. Duygularınızın en yakıcı olduğu zamanlarda yazmak biraz risklidir. Metne acı, öfke ve klişe hâkimdir. Yazdım, bitirdim. Çağlar'a okuttum. Yazdıklarımla artık giderek daha az ilgilense de iyi bir okur ve eleştirmendir. Metnin aksayan, inandırıcı olmayan yanlarına hemen itiraz eder. Tanıyanlar bilir hemen her şeye itiraz eder zaten. Çoğunlukla yazılı bir metin söz konusuysa itirazında haklıdır çünkü ben metinden yeterince uzaklaşamamışımdır ve işaret ettiği yeri kaçırmışımdır ancak çözüm önerilerine kulaklarımı tıkarım orada da neredeyse %100 haksızdır zira. Çağlar okur okumaz, "Bu ne böyle, eski sosyalistlerin dili hâkim buna, çok sloganlı ve sürprizsiz." dedi. Aklına o anda gelen  şahane fikri anlatmam için yapmam gerekenler listesi dayadı önüme. Eğer benim ilgi alanıma saygı duyuyor, bunu paylaşmak istiyorsa ön şartsız fikrini benimle paylaşması gerektiğini söyledim. Karşılıklı direndik. İki üç günün sonunda o şahane fikrini unuttu, ben hikâyemi değiştirmek istemedim. Ütopyam buydu, çocukların evlerine ekmek almaya giderken polisin gaz fişekleriyle öldürülmediği bir ülkede yaşamak bu kadar basit. Başı sonu gidişatı belli de olsa, klişe de olsa hikâyemi değiştirmeden yolladım. Bu da yaşadıklarımıza itiraz etmenin bir yoluydu o an öyle hissettim. Eylül ayında Ankara Diş Hekimleri Odası'ndan bir e-posta aldım. Bence Kitap Yayınları tarafından yayına hazırlanacak öykü seçkisinde öykümün yer alması için imzalı izin belgesi istiyorlardı. Yarışma sonucunun açıklandığını duymamıştım. Hemen sordum: Yarışmaya 13 kişi, 15 öykü katılıyordu. Evet tüm katılan öyküler basılıyordu ve daha da kötüsü yedi öykü ödüle değer bulunmuştu ve Sıcak Ekmek onlardan biri değildi. Belki de yeterince öykü gönderilmediği için seçkide yer almaya hak kazanmıştı. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Ne o an ne de şimdi yazdığım metni beğeniyorum ve hayranlık duyuyorum. Kıssadan hissi içinizdeki yangın hâlâ sizi yakarken yazmaya kalkışmayın. Yazacaksanız da klişe tuzağına düşmeyin.
Not: Bu yazı kitabın adresime postalandığı ancak henüz elime geçmediği dönemde yazılmıştır. 

1 Aralık 2014 Pazartesi

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (6)

BİR DİLİM ÇİLEKLİ PASTA İÇİN YAZIYORUM


İlkokuldayım. Dört ya da beş. Okulumuzdaki ‘23 Nisan’ konulu şiir yarışmasında birinci olmuşum. Ödül töreninden önce bir oyun sergilenecek. Ben Atatürk’üm. Atatürk’ün şakalaştığı çocuğu oynayan arkadaş hem sarışın hem de benden uzun. Bu yüzden Atatürk’ü aslında onun canlandırması gerektiğini düşünüyor herkes. Öğretmenin bana iltimas geçtiğini… Üzgünüm biraz. Sabah ben evden çıkarken annemin karnında bir ağrı. Ona da canım sıkılıyor. Annem beni izlesin istiyorum. Zaten yaptığım her şey onu mutlu etmek için. Kederli bir kadın annem. Yüzünde kahverengi lekeler. Ben doğarken olmuş. Suçlu hissediyorum. Çok çalışıyorum. Sabaha kadar oyun metnini içmişim. Ama bizim oralar malum. Her mevsim yağışlı. Binaya doluşuyoruz hemen. İtiş kakış. İşte o an annemi görüyorum. Bahçedeki ağacın altında. Diğer birkaç anne-babayla. Yanımıza gelmeye çalışıyorlar. Müdür, “Veliler dışarıda beklesin!” deyince… Hain adam. Annem sırsıklam. Karnını tutarak gidişini izliyorum camdaki boşluktan. O gün gökkuşağını müteakip tören yapılıyor. Sarışın rolüne çalışmamış; unutuyor, karıştırıyor. Şiir yarışmasından dolma kalem kazanmışım. Eve gidince anneme gösteriyorum, “Keşke bisiklet verselerdi,” diyorum. Gülüyor. Hapşırıyor. Şifayı kapmış. Ama karnının ağrısı geçmiş -ya da öyle söylüyor. Bana en sevdiğim çilekli pastayı yapmış. Daha büyük bir ödül olabilir mi?
İkinci şiirimi lise hazırlıktayken yazıyorum. Annemin öldüğü sene. Öğretmenim şiiri çok beğeniyor. İleride yazar olabileceğimi söylüyor. Umursamıyorum. Bir daha şiir yazmıyorum. Ölmek istiyorum. Defterlere, sıralara, ağaçlara hep bunu...
Ölememekle geçen on yılın ardından, kitaba, kaleme ve haliyle hayata yeniden sarılıyorum. Özel bir akademiye gidiyorum, reklamcılık eğitimi için. Yaratıcı yazarlık hocamız Bilgin Adalı. İlk derste bizden ‘duvar’ konulu bir yazı yazmamızı istiyor. Ertesi gün sınıfa girer girmez “Hakkı İnanç hanginiz?” diye soruyor. Korkuyorum. Herkes duvarlara derdini dökerken benim güzel bir öykü kurduğumu söylüyor Bilgin Hoca. Damağımda annemin çilekli pastası… Sonra durmadan yazıyorum.
Hakkı İnanç

23 Kasım 2014 Pazar

GAYE DİNÇEL İLE SÖYLEŞİ


2013'ün Eylül ayıydı. Hayatıma kalıcı olarak yazıyı yerleştirmek istiyordum. Ne okurluğumdan ne de yazarlığımdan emindim elbette. Kendimi geliştirmek, daha iyi bir okur, daha iyi bir yazan olmak, edebiyat solumak istiyordum. İstanbul'da yaşamaya devam ediyor olsaydım işim kolaydı. Gider, sevdiğim bir yazarın Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne kaydolurdum. Oysa şimdi Çanakkale'deydim ve yazdıklarımı paylaşabileceğim, eksiklerimi, yazıda aksayan, kusurlu yanlarımı bana gösterebilecek bir çevrem yoktu. Google'da online yaratıcı yazarlık atölyesi diye bir aratma bile yaptım. Pek de güven vermeyen bir eğitim buldum. Araştırmaya devam ederken yazıçizi adında bir blogla karşılaştım. Gaye Dinçel'le bu şekilde tanıştık. Birbirimizin ne sesini duyduk ne de yüzünü gördük. Metinler gitti geldi aramızda. Benim Word ile yazmayı bilmediğim ortaya çıktı. (") işaretinin yerini öğrendim, imla kılavuzunu baş ucumdan eksik etmeden yazmayı, metni fazlalıklarından arındırmayı... Altzine'de yayımlanan Praglı Thonet ve Kafka, Anne Frank'la Göğe Bakmak metinlerimin ilk okuru, eleştirmeni, düzeltmeni oldu. Metinlerim silgisinden sık sık nasibini aldı. Yazı benim için hâlâ çok kaygan bir zemin. Orada kendimi çok da mutlu hissetmiyorum. Okuduğum onca mükemmel metinden sonra sık sık cesaretim kırılıyor, bir tıkla öykü göndermek mümkün dergilere ancak elim gönder tuşuna gitmiyor. Korkuyorum. İyi bir okur olmak daha kıymetli diyorum kendi kendime ama yine de yazıdan uzak duramıyorum. Bugün biraz daha iyi yazabiliyorsam, bir nebze de olsa yazdıklarımı doğru değerlendirebiliyorsam, iç eleştiri gücü edinebildiysem bunda Gaye Dinçel'in katkısı vardır. Ben onunla tanıştığıma çok memnun oldum. Siz de tanıyın istedim. Buyurun, okumak, yazmak, editörlük hakkındaki söyleşimize.


50 kelimeyle otobiyografinizi alabilir miyim?

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuyum. Bir süre avukatlık yaptım, sevdiğim işe dönme arzusuyla editörlüğe başladım. Öğrenciyken dergilerde çalışmıştım. Yayınevlerinde editörlük yaptıktan sonra bağımsız çalışmaya karar verdim. yazı çizi adlı bloğumu açtım, üç yıldır çeşitli blog ve sitelerde yazıyorum. Kitap ve blog editörlüğü yapıyorum. yazı çizi atölyeleri düzenliyor, yazışarak danışmanlık veriyorum.

Asıl mesleğiniz avukatlığı bırakıp editörlüğe geçişiniz nasıl oldu?

Lisedeyken gazeteci olmak istiyordum. Avukatlık ikinci seçenekti. Sınav sisteminin cilvesi… Fakültedeyken dergilerde çalıştım, yazdım, düzelttim, düzenledim. İşi öğrenip sevdim. Avukatlık döneminde eğitim hazırlıklarında yer aldım, yazıp çizdim. Avukatlık çok yıpratıcı bir meslek. Bir gün yettiğini fark ettim, sevdiğim işi yapmaya karar verdim. Epeyce iş aradım, yayıncılar, gazeteciler beni avukat olarak gördüğünden zor oldu. Sonunda bir yerden başladım.

Sizce editör kimdir? İyi bir editörün taşıması gereken üç özellik nedir?

Editör, metni kitaba dönüştüren insandır. Metni yapboz gibi görüp doğru parçaları doğru yerlere koymalı. Metni fazlalıklardan arındırmalı, duru su gibi akıp gitmesini sağlamalı. Yazara metni zenginleştirecek önerilerde bulunmalı, ama yazarın yerine yazmamalı.

Size gelen metinlerde değişiklik ya da düzeltme önerdiğinizde yazar/yazar adaylarının tepkisi ne oluyor? Bir dosya yazar/yazar adayı ve editör arasında kaç kere gider gelir? Başınızdan geçen ilginç bir anı var mı?

Yazarla karşılıklı saygı ilişkisi kurulursa süreç keyifle işler. Yazar/yazar adayı genellikle önerilerimi gerekli görüyor, dikkate alıyor. Tamamına uymak zorunda değil, sonuçta yazan o. Metnin olgunlaşmasına bağlı olarak bir kerede bitebileceği gibi üç dört kez de gelip gidebilir. İlginç bir anım yok galiba.

Hangi kitabı yayına hazırlamak isterdiniz?

Editörlüğe yeni başladığım dönem, en sevdiğim yazarların editörü olmayı hayal ederdim. Zamanla bunun hiç iyi bir fikir olmadığını anladım. En güzeli okur olarak hazıra konmak. Sadece bir istisna oldu. Çok sevdiğim Ursula K. Le Guin’in yayımlanmamış bir çocuk kitabını bulduk, Balık Çorbası. Editörlüğünü ben yapmadım, ama yayın yönetmeni olarak katkıda bulundum. Kitabı elime aldığımda o eski hayalimin gerçekleştiğini hissettim.

Yazmaya yeni başlayanlara hangi kitapları ellerinin altında bulundurmalarını tavsiye edersiniz?

Yazarlıkla ilgili çok kitap var, seçmek zor. Öğrencilerime önerdiğim bir liste var. Kitapları inceleyip kendilerine uygun bulduklarını seçiyorlar:

  • Türkçe Sorunları Kılavuzu / Necmiye Alpay / Metis Yayınları
  • Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri / Danell Jones / Timaş Yayınları
  • Yazma Arzusu”: Roland Barthes/ Haz. Mehmet Rifat / Sel Yayıncılık
  • Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık / Murat Gülsoy / Can Yayınları
  • Yazma Sanatı / Stephen King / Altın Kitaplar
  • Yazarın Odası / Haz. Philip Gourevitch / Timaş Yayınları
  • Yaratıcı Yazarlık / Stephen May / Optimist Kitap
  • Bebek Patikleri: Kısa Öykü / Aydın Şimşek / Kanguru Yayınları
  • Yaratıcı Yazmanın Hazzı / Gülayşe Koçak / Alfa Yayınları

Ayrıca bol bol öykü ve şiir okumalarını öneriyorum. Roman ve felsefe de olmazsa olmaz. Kısa öykücülerden Etgar Keret’i en az beş kere tavsiye ediyorum.

Basılı ve dijital çeşitli mecralarda kitap tanıtım yazıları yazıyor, yazı çizi'de ağırlıklı olarak yazma önerilerinizi paylaşıyorsunuz. Kurmaca bir metin üzerinde çalışıyor musunuz?

Evet, çocuklara yönelik öyküler yazıyorum. En sevdiklerim çocuk kitapları. Yazmak da çok eğlenceli.

Metinlerinizin editörlüğünü kim yapsın isterdiniz?

Yıllardır tanıdığım editör arkadaşlarım var. Öykülerimi gözden geçiriyorlar, sağ olsunlar.

Son olarak okur Gaye Dinçel'i tanıyabilir miyiz? En çok kimleri okumayı sever? Kütüphanesinin kıymetli yazarları kimdir? Kimleri dönüp dönüp okur?

Çocuk kitapları yaşama sebebim. Okuma terapisi için ideal. Farklı bakış açılarını hatırlamak için de. “Çıtır Çıtır Felsefe” serisi her yaş için harika. Bu alanda sayamayacağım kadar çok iyi yazar var. Özellikle Günışığı Kitaplığı’nın kitaplarını beğeniyorum.

Fantastik ve bilimkurguda Ursula K. Le Guin benim yazarım. Yerdeniz serisini herkes okusa keşke, özellikle gençler. Bizden Barış Müstecaplıoğlu’nu da severek okudum.

Polisiye kitaplar say say bitmez, kitaplığımın çoğunu kaplıyorlar. Bizden Esra Türkekul, Esmehan Aykol, Algan Sezgintüredi, Celil Oker; dünyadan Lawrence Block, Sue Grafton, Edgar Allan Poe ilk sıralarda.

Diğer roman ve öyküler için uzun bir liste yapmak lazım. Kıymetli yazarım Edgar Keret.

Şiir ve felsefe kitapları hep başucumda, dönüp dönüp okurum. Şiirde eskilere daha fazla bağlıyım. Doğu felsefesine de…

Yeniden okuduğum romanlar, öyküler de var. Kürk Mantolu Madonna’yı 20 yaşındayken çok severek okumuştum. 40 yaşında yeniden elime aldım. Eskimiş sayfalar bu kez bambaşka sözler fısıldadı bana. Yine çok güzeldi ama aynı kitap değildi.

21 Kasım 2014 Cuma

MARİO LEVİ'DEN YAZAR ADAYLARINA TAVSİYELER


İlham diye bir şey yoktur, boşuna beklemeyin. İlham ve yetenek yalandır. Yazı çalışılır. Eğer yazı masasına oturduğunuzda yazamıyorsanız bilin ki malzemeniz yoktur. Yazmayı bırakın ve okuyun. 
Yazmayı planladığınız veya üzerinde çalıştığınız hikâyenizi yakın çevrenize anlatmayın, ayrıntılara girmeyin. Yazma enerjinizi çevrenize değil, yazıya boşaltın. Yazı her zaman sözlü anlatımdan daha iyidir. 
İki defteriniz olsun. İlki Kim Kimdircilik Oyunu için. Otobüste, vapurda, kafede gördüğünüz biriyle ilgili karakter ön çalışması yapın. Haftada bir karakter yazsanız yılda 52 karakter eder, bakarsınız biri bir hikâyeye dönmüş. İkinci defterinizin adı ise Havada Uçuşan Sözler. Bu deftere etkilendiğiniz film repliklerini, şarkı sözlerini, içinizde kıpırtı uyandıran o cümleyi yazın. O cümle o anda size ne çağrıştırıyorsa serbest çağrışımla, hızınızı kesmeden, edebi kaygı taşımadan yazabileceğiniz kadar yazın. 
Andre Malraux, "Ne yazarsanız yazın otobiyografiktir." der ancak edebiyat sadece iç dökmek değildir. Bir metni oluştururken, yaşanmış olanı yeniden kurgularken bazı sorulara cevap vermeliyiz: "Ben bu metni neden yazıyorum? Amacım ne? Ben kendi dilimin estetiğini nasıl oluşturabilirim?" Dil, üslup, kurgu çoğu kez yazarak gelişir. Yazarak kendi sesimizi buluruz. 
Edebiyatın bir amacı da hatırlamak, hatırlatmak ve sahip çıkmaktır. Şehrazat olun! Unutmayın Şehrazat hayatta kalmak için anlatmıştı. 
Hikâye ve romanda dil, üslup, kurgu, insanları sarsacak cümleler bulmak önemlidir ancak en önemlisi anlatılan hikâyedir, onun içeriği, inandırıcılığı. Okuru inandırın. 
Duygularla edinilmiş bilgi, duygusal birikim yazıda önemlidir. Yaşadıklarınızı yazmaktan korkmayın. Gerçeklik yeniden kurgulanabilir, dönem, şehir, meslek değiştirilebilir. Sizi izleyen gözlerden kurtulun ve yazın. 
Hedef önemlidir. Bölük pörçük yazmayın. Belli bir çerçeve dahilinde yazınızı ilerletin. 
Yazarken plan yapmayın. Yola çıkarken aklınızda, zihninizde yazacağınız bir hikâye olsun. Kafanızda tasarlayın. Kahramanınızı iyi tanıyın. Ancak plan yapmayın. Plan yapmazsanız önünüze sürprizler çıkar. Yazmak da hayat gibidir. Bir anda bir şey olur ve yazının seyri değişir. Yazarken sürpriz olarak gördüklerimiz aslında içimizdedir. Beyin müthiş bir hard disktir. Her şeyi kaydeder ve hiçbir şey kaybolmaz. 
İyi bir roman kahramanı bizi şaşırtmalı. Büyük sürprizler şart değil ancak ummadığımız şeyler yapmalı. 
Romanda zaman-mekân ilişkisi önemlidir. Özellikle mekân, hikâyenin kendisini belirler. Ayrıntılardan, çağrışımlardan kaçınmamak gerekir. 
İşlevsel değilse betimlemeyle vakit kaybetmeyin. Kadın kahramanınızın bakımlı ellerinin, uzun, ojeli tırnaklarının hikâyede bir yeri var mı? Yoksa hiç duraksamadan atın. 
Didaktik tehlikeye dikkat edin. Mesaj kaygısına son verin. Okur, ders almaktan hoşlanmaz. Bilgi vermek istiyorsanız, bu bilgiyi edebi metne yedirin. 
Anlatıcınız kim, bilin. Siz misiniz, gözlemlediğiniz biri mi? Somut kimlik yüklenildiğinde hayal gücü sınırsızdır, sizi alır götürür. 
"Oldukça, kendi, çok, olmak" gibi kelimelere dikkat edin. "İnanamıyorum sana, üzgünüm canım," gibi dublaj Türkçesinden kaçının. Yazdığınız metni mutlaka yüksek sesle okuyun. Kulağı tırmalayan kelime tekrarlarından kurtulun.
Yazdıktan sonra yazıyı mutlaka bekletin. Tekrar gözden geçirin. Eğer bir cümleyi neden yazdım diye düşünüyorsanız, o cümleyi atın.

Bu öneriler, Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ettiğim günlerde tuttuğum defterden derlenmiştir. 

15 Kasım 2014 Cumartesi

Kurmacabiyografiler 1 yaşında

Kurmacabiyografiler sessiz sedasız 1 yaşına girdi.
İyi bir blog okuyucusu ve takipçisi olmadığım gibi günün birinde bir blog yazma düşüncem de yoktu. Geçen yıla kadar bloglardan uzak durmamın sebebi (iyi örneklerine rastladığım halde) kötü bir Türkçe ve bol fotoğraflarla bezeli "gezdim, gördüm, yedim, içtim" temalı bloglardı. Şu an düzenli olarak iki blog yazıyorum ve sürdüreceğe benziyorum. Nasıl blogger olduğumun hikâyesine geçmeden önce belki yazmaya nasıl başladım, neden yazıyorum, onlardan bahsetmeliyim.
İstanbul'da yaşadığım dönemde iki kur Mario Levi'nin Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne devam ettim. Bu atölyeyle ilgili deneyimimi okumak için şu yazıyı okuyabilirsiniz:
http://kurmacabiyografiler.blogspot.com.tr/2014/06/yaratici-yazarlik-atolyeleri.html
Sonra Hakkari'ye gittim. Orada 8 hafta olarak planladığım ancak 5 hafta sürdürebildiğim bir edebiyat atölyesinin yöneticiliğini yaptım. Ati Gençlik Derneği bünyesinde yürütmeye çalıştığım atölyede okuduk, hikâye çözümlemesi yaptık, yazdık. En önemlisi ben giriştiğim bu kendimce büyük işin altından kalkabilmek için yazı yaratımı ile ilgili pek çok kitap okudum, hazırlık yaptım. Saatler daha hızlı aktı, orada olduğumu unuttum, haftada üç saat edebiyat konuştuk. Sevgili Muhammed Ümit Çiftçi, eşim Çağlar ile birlikte atölye olarak kullandığımız odayı temizledik, süpürdük. Hakkari'nin kışını bilenler nasıl bir çamur, kar karışımından bahsettiğimi hayal edebilir. Fotokopiyle hikâyeleri çoğalttık, elektrikli ısıtıcıyla önceden odayı ısıttık, çay demledik ve bekledik. İlk hafta beklediğimden keyifli geçti, sevindim. Orada bulunduğum süre içinde en keyifli saatlerimi o atölyede geçirdim ve ben bunu öncelikle kendim için yaptım. Sonra anlamsız bir tartışmanın ortasında buldum kendimi, kırıldım. Bu deneyimden çok önemli bir şey öğrendim. Katılımın azlığı ya da düzenli olmaması insanı küstürmemeli, yolundan alıkoymamalı. Takipçim olmamasına rağmen aylık 8 yazı hedefinden her ne olursa olsun vazgeçmememi bu sağlamıştır belki de, bilemiyorum.
Çanakkale'ye döndükten sonra Diş Hekimleri Odası'nın çıkardığı Dergida'ya gezi yazısı yazmaya başladım. Sadece iki yazı yollayabildim. Ardından oda seçimleri oldu. Yönetim değişti ve yeni yönetim basılı dergiye devam etmeme kararı aldı. Bu arada anne oldum. Okuma işi sekteye uğradı. Deniz iki yaşına geldi. Geceleri kesintisiz kendi odasında uyumaya başladı. Ve ben peşi sıra birbirinden güzel kitaplar okumaya başladım. 2013'ün yazında kısa süre yürüyen bir kitap okuma kulübü kurduk. Güzel başladı, güzel kitaplar okuduk, tartıştık, hatta okuduğumuz kitaplar hakkında yazacağımız bir blog dahi açtık: www.tavanarasi.org Oraya okuduğumuz kitaplar, o kitaplardan uyarlanan filmler, kitaplarda geçen ünlü ressamlara ait yapıtlar vs hakkında yazmaya başlayınca yazmanın bana ne kadar iyi geldiğini, özlediğimi fark ettim. O motivasyonla Ayvalık'a gittim. Ayvalık Belediyesi'nin düzenlediği Ayvalık Kültür Günleri  kapsamında Mario Levi'nin iki günlük seminerine gittim. Ve orada Mim Sanat'ta başladığım emektar defterimin son sayfası da doldu. Belki ilerleyen günlerde o defterden okumak yazmak konulu bir derleme yapabilirim. Döndüğümde yeni bir defter aldım kendime. Ve düzenli olarak yazmaya başladım. Yazmak iyiydi, hoştu ama yazdıklarımı kim okuyacaktı, nereye gönderecektim? Yekta Kopan'ın rehberliğinde gittiğim bir turda cevabını buldum. Yekta bey, bloglardaki özgür ortamdan, herkesin bir bloğu olması gerektiğinden bahsedince ben de bir blog açtım. Böylece hikâyelerimi paylaşabilecektim. Sonra hikâyelerimi var olmayan okurlarımdan saklamaya başladım. Hatta ilk blog yazımı (Yüzme Dersi isimli bir öyküydü) bile silip yerine bir yenisini yazdım. Okuduğum kitaplar, gittiğim söyleşiler ve izlediğim filmlerden bahsetmeye başladım. Gün geldi, Birgün Kitap, altzine, Yitik Ülke, Galapera Fanzin ve Okuryatar'da yayımlanan yazılarımı ekledim. Yayımlananlar etiketi altında dijital ve basılı çeşitli mecralarda yayımlanmış yazılarıma toplu halde ulaşabilirsiniz. Nasıl yazar/şair oldum bölümünü ekledim, çeşitli söyleşiler yaptım. Ve ben bir blogger olmayı çok sevdim. Nice yaşlara kurmacabiyografiler...
 
 
 
 

14 Kasım 2014 Cuma

KREMALI PATATES (*)



Son kadehi içmesem iyiydi. Ne zaman içkiyi fazla kaçırsam uyuyamıyorum. Seviştikten sonra nasıl da kolay uykuya dalıyor. Kıskanıyorum onu. Yorgun ve alkollüyken hep horluyor. Genellikle sesi kesilsin diye yana çevirmeye çalışırım. Çoğu zaman uyanır ve uykusunu böldüğüm için bana kızar. Bugün ellemiyorum. Nasılsa uyuyamayacağım. Paris beni daha mı şefkatli yaptı?

Oda kitap okumak için hâlâ fazla karanlık. Yola çıkmadan önce Paris Bir Şenliktir'i aradım. Bulamadım. Böyle şeyleri hep son dakikaya bırakıyorum. Uyandırsam,

Aklıma şahane bir fikir geldi. Havaalanı çıkış kapılarında şehre ait kitapların ve filmlerin satıldığı stantlar kurulabilir. Gezi kitapları, orada geçen romanlar ve filmler.” desem?

Uyandırdığım için kızmaz. Dinler. Ben olsam kızarım. Uykumun bölünmesine ve daha bir çok şeye. Aklıma yatmazsa projesiyle dalga geçerim. Bunu fark etmek beni utandırıyor. Yüzünü inceliyorum, hatlarını. Deniz bana benziyor. Babasıyla tek benzerliği aynı muzip bakışları. Dün telefonda konuşurken büyüdüğünü hissettim. Bebek değil artık. Çikolata istiyor. Bir de yeşil araba.

Yataktan çıkıyorum. Otelde terlik olmamasına canım sıkılıyor. Pis halılara çıplak ayakla basma fikri hoşuma gitmiyor. Dün çıkardığım çorapları giyiyorum. Sonra duş alırım nasılsa. Kalın perdeyi açıyorum. Hâlâ uyuyan şehri izlemeye başlıyorum. Tek tük geçen bisikletliler, metroya yürüyen az sayıda insan, marketten ambalaj ve kolileri çıkaran bir çalışan.

Sabah avına çıkmış şahin gibiyim. Havada hikâye kokusu var. Pencereyi açıyorum. Kasımda Paris nasıl kokar bilmeliyim. İleride yazacağım olası bir hikâyenin kahramanı karşıdaki dairelerden birinde oturuyor olabilir. Karşı pencerede küçük bir kasa içinde patates var. Zihnimde bir resim beliriyor. Bir kadın... Dün yediğim nefis kremalı patatesi pişirmek için elini dışarı uzatıp irisinden iki adet patates seçiyor. Patatesleri dilimliyor. Kalıbı yağladıktan sonra kırmızı şarabından büyükçe bir yudum alıyor. Şarabın burukluğu hoşuna gidiyor. Kahverengi saçlarını arkasında toplamış. Yemeğin içine düşecek davetsiz bir saç teli bütün geceyi mahvedebilir. Sevgilinin saçı öpüp koklansa da kendini bilmez bir tel yemeğin içine düşerse ondan iğrenmemek ya da yok saymak imkânsız. Birazdan ileride birlikte yaşayacağı adam kapıyı çalacak. Henüz öpüşmeden ileri gidememişler. Kadın bu gece sevişeceklerini biliyor. Kadın bildikleri, adamsa bilmedikleri yüzünden gergin. Rahatlamak için ikisi de şarabı neredeyse ilk seferde bitirecek. Ellerini kadının beline dolayacak. Bedenini kendine doğru çekecek. Hafif aralanmış dudakların arasına dilini sokacak. Uzun uzun öpüşüp sonra sevişecekler. Fırında patates yanacak. Et fazla kızardığı için kuruyacak. İkisinin de umurunda olmayacak. Fransız pencerenin altındaki çıkmada şimdilik tek bisiklet var. Adam yanına taşındığında ikiye çıkacak. Her pazar bisikletle dolaşacaklar.

Sokağın, karşıdaki evlerin fotoğrafını çekiyorum. Bu ânı unutmak istemiyorum. Fransız pencerelerden sarkan örtüleri, küçücük balkonları saran çiçekleri ve ağaç fidelerini, yarı aralık panjuru, apartmanın üzerindeki taş işlemeleri, sokağı, o günün puslu havasını, bulutları, Albert Camus'nün 100. doğum günü için orada bulunduğumuzu, hiçbir şeyi unutmak istemiyorum.

Kocam uyanıyor. Duşa giriyor. “Kahvaltıya gidelim.” diyor.

Kruvasan güzel. Kötü bir çayla ağzımın tadını bozmaya niyetim yok. Café au lait içiyorum. Bu bana Mersault'yu hatırlatıyor, bir de Musa'yı...

Dışarı çıkıyoruz. Hiç müze gezmeyeceğiz. Söz verdim. Sadece yiyip içip kenti teneffüs edeceğiz. Öpüşmek için Pont Neuf'e gidiyoruz.

Bir elinle fotoğraf makinesini tut. Öpüşürken çek.”

Birine de verebiliriz fotoğraf makinesini.”

Bu daha eğlenceli.”

Öpüşme ânımızı kare kare çekiyor. Başlarımız birbirine doğru eğiliyor. Yaklaşıyoruz. Bingo!

Çektiklerimize bakarken gülüyoruz. İkimizin de gözleri açık. Öpüşürken gözlerini kapatmayan birine güven olmaz diye düşünüyorum. Söylemiyorum.

Camus'nün şehre düşmüş izlerini takip ediyoruz. Combat gazetesini çıkardığı bina, Veba'yı yazdığı otel, Gallimard Yayınevi... Öğle yemeği için mola verdiğimizde gruptan ayrılıyoruz. Patates kızartması ve steak yiyoruz. Hardalı çok beğeniyorum. Markasını not ediyorum.

Oturduğumuz kafe çok ünlüymüş. Ernest Hemingway burada yazarmış diyelim mi?”

İnanırlar mı? Sokakta Enis Batur ya da Nedim Gürsel'i gördüğümüzü de söyleyebiliriz.”

Ortak bir hikâye uyduramıyoruz. Vazgeçiyoruz küçük yalanımızdan.

Saint Germain Kilisesi'nde buluşacaktık. Saat kaç oldu? Gecikmeyelim.”

Gidiyoruz. Gruptan kimse yok.

Baksana kilisenin bahçesinde öpüşüyorlar. Bizde cami bahçesinde bir çift öpüşse neler olur sence?” diyorum.

Gençlerinin birbirini sevmesinden korkmayan bir kenti adımlayacağız birkaç gün daha. Sonra döneceğiz. Deniz'in Türkiye'de büyümesini, yaşamasını istemiyor. Hak veriyorum.

Le Deux Magot'da tadilat varmış. La Capuole'e gideceğiz. Hazırlanıyoruz. Bavuldan topuklu ayakkabılarımı çıkarıyorum. Elbise giyiyorum. Hamilelikte aldığım kiloları veremedim hâlâ. Aynadaki görüntüm hoşuma gitmiyor.

Metroyla gideceğiz.” diyor rehberimiz.

Toplu taşıma araçlarını severim. Sorun etmiyorum. Vavien'e gideceğiz. Yeşil hat Vavien'den geçmiyor. Aktarma yapacağız. Kapı kapanıyor. Gruptakilerin bir kısmı bulunduğumuz trene binemiyor. Son durakta onları bekliyoruz. Yol uzuyor.

Restorana vardığımızda yorgun ve gerginiz. Yemek, şarap, sohbet güzel. Kısa sürede keyfimiz yerine geliyor. Dönüşte tekrar metroyu kullanacağız. Bu sefer hazırlıklıyız. Haritadan en kestirme güzergâhı buluyoruz. Saat 12'ye geliyor. Son sefere yetişiyoruz. Hafta içi olmasına rağmen kalabalık. Sadece sarhoş olanların güldüğü espriler uçuşuyor havada. Yanıma sarhoş bir adam oturuyor. Yayıldıkça yayılıyor. Rahatsız oluyorum. Bir sonraki durakta ineceğiz. Ayağa kalkıp montumu giyiyorum. Bir şeyler söylüyor. Anlamıyorum. Uzaklaşırken arkamdan hâlâ söylendiğini işitebiliyorum.

Ne dedi? Anladın mı?”

Bir daha metroya binerken montunu dışarıda bırak madam, dedi.”

Anlaşılan giyinirken montum bir yerine çarpmış. Metrodan çıkıyoruz. Otelimiz Moulin Rouge'a yakın. Kucak dansı yapılan gece kulüplerinin önünden geçiyoruz.

Come, come, family here.” diyor kapı görevlileri.

Aklıma “Aile salonumuz yukarıda, buyurun, kebap var, döner var.” diye müşteri çağıran garsonlar geliyor. Önümde Aile Çay Bahçesi'nin yazarı yürüyor. Kocamın elini daha bir sıkı tutuyorum. Yağmur tatlı tatlı ıslatıyor bizi. İyi ki gelmişiz diye düşünüyorum.

Hayal edebiliyor musun? Paris, Albert Camus, Yekta Kopan...”

Çok pahalı. O paraya Küba'ya gideriz. Kahve yapacaktın hani.”

Türk kahvesi mi?”

Evet anlamında başını sallıyor. Arkamdan sesleniyor.

Baksana, kucak dansı izlemeye gider miydik gerçekten?”
 
* Bu öykü Galapera Fanzin Ekim sayısında yayımlandı.





11 Kasım 2014 Salı

NASIL YAZAR/ŞAİR OLDUM? (5)

YAZARLIK, YAZARLAR İÇİN MESLEK DEĞİLDİR HAYATIN TA KENDİSİDİR




Şu küçük postanenin köşesinde duran beş yaşındaki kızı gördünüz mü? Hani bir şeyler yazan annesine sabırsızca bakıyor… Göremediyseniz, sebebi muhtemelen aramızdaki zaman farkıdır. Zira anneyle kız, şu an 1983 yılının küçük bir postanesindeler. Orada olmalarının sebebi, tatil yaptıkları sahil kasabasından aldıkları kartpostalı, dedeyle anneanneye yollamak… Kız henüz okuma yazma bilmiyor, ama bunun, kendisini engellemesine izin vermeye hiç niyeti yok. Kartı kendisi yazmak istiyor. Bulunan çözüm, annenin bir kağıda güzel dilekleri önceden yazması ve kızın da o kağıda baka baka, adına harf denen şekilleri itinayla kartpostalın arkasına çizmesi… Zor görünmüyor. S, Z, R harflerinin ters olması ve satırların yukarıdan başlayıp aşağıda bitmesi dışında her şey yolunda... Yazmayı yeni öğrenenlerin bazı harfleri ters yapması, karikatürlerde sıkça konu edilen bir klişedir. Küçük kızın o ters harflere bakıp gülümseyeceği yıllara henüz çok var. Harflerin hepsini aynı hizaya denk getirebilmek ise, epey hüner istiyor.

Evde canı sıkılan küçük kızın en sevdiği şey, önüne bir ansiklopedi açıp, oradaki koyu renk başlıkları defterine geçirmek. Fakat bir süre sonra, bu oyunların kendisine yetmediğini fark ediyor. Okuma yazmayı öğrenmek, ihtiyaç hâline gelmiş durumda. Okula başlamasına daha bir buçuk sene var. Yardımına, bir televizyon programı yetişiyor. Programdaki öğretmen, okuma yazması olmayan yetişkinlere eğitim veriyor. Bu yetişkinler gerçekten okuma yazma bilmiyor mu yoksa programın formatı gereği rol yapan tiyatrocular mı, küçük kız çok da umursamıyor. Her gün defteriyle kalemini kapıp, ekrandaki öğretmenin dersine koşuyor. Zorlandığı cümleleri annesiyle babasına yazdırıp, sonra tekrar ediyor. Bu dersleri izlemesinin işe yarayıp yaramadığından emin değil. Belki de sadece basit bir televizyon programının önünde vakit kaybediyor. Ama öyle olmadığı, bir süre sonra anlaşılıyor. Küçük kız, gazete okumaya başlıyor. Ve nihayet, en büyük iki tutkusuna balıklama dalabilmenin önünde hiçbir engel kalmıyor: Okumak ve yazmak.

Tuğba Gürbüz  yazar olmaya dair aklımdaki ilk hatıraları sorduğunda, okuma yazmayı bilmiyorken bile yazmaya çalıştığım ve artık bir ihtiyaç hâline geldiği için, okuma yazmayı kendi kendime öğrendiğim günleri düşündüm. Bir çocuğa zorla yazı yazdıramaz; zorla kitap okutamazsınız. Ben çocukken, deliler gibi günlük tutardım. Ve okumaya öyle açtım ki, bitirdiğim kitapları bile tekrar tekrar okumaktan sıkılmazdım. Diğer çocukların salıncakta sallanıp kaydıraktan kaydığı parkın uzak köşesindeki duvara oturarak, heyecanla defterine bir şeyler yazan çocuk bendim. O yıllarda, ne yazdığımın çok da önemi yoktu. Akşam yemeğinde ne yediğimi yazmak bile bana keyif veriyordu.

Hani ‘öyle olunmaz, öyle doğulur’ klişesi vardır. Bu, konu yazarlık olduğunda tamamen doğru bir söz. Bir yazara, “yazar olmaya nasıl karar verdiniz?” diye soramazsınız. Yazarlık, karar verilen bir meslek değildir. Hatta yazarlar için, meslek de değildir; hayatın ta kendisidir. Bir yazara “bundan sonra hiçbir kitabınız basılmayacak” deseniz bile, onun yazmaktan vazgeçmediğini görürsünüz. Çünkü kalemi bıraksa dahi, hayalindeki yüzlerce minik insan, beyninin kıvrımlarına basa basa dolaşmayı, hikâyelerini mırıl mırıl ona anlatmayı sürdürecektir. Yazarın yazmamasını, ucuna tıpa tıkılmış bir hortumla resmedebiliriz. Su her daim açıktır. Hikâyelerin, hortumu doldurup patlatma noktasına getirmesi de uzun sürmeyecektir. Yazmak, en amiyane tabirle, yazarın ruhunun boşaltım sistemidir. Yani bir ihtiyaçtır.

Doğan Hızlan bir gün bana şöyle demişti:
“Yaşamak istediğin her şeyi yazabiliyorsan, onları ayrıca yaşamaya niye ihtiyaç duyasın ki?”

Kulağa sıra dışı ve garip geldiğinin farkındayım, ama yazar için yazmak gerçekten böyle bir şey ve gelecekte yazarlık yapacak bir insanı, daha çocukluğundan anlamanız mümkün. ‘Gelecekte yazar olacak bir insanı’ demedim, dikkat ettiyseniz. Çünkü bir yazar, zaten yazar olarak doğmuştur. Sadece kitaplarının yayımlanması, insanların kendisinden haberdar olması için şansa ihtiyacı vardır.

Sevgili Tuğba Gürbüz, yazımın sonuna, imza günlerimde başıma gelen komik bir şeyi eklememi istemişti. Düşündüm, düşündüm, bulamadım. Ben de mizahi bir dille kaleme aldığım, “Çocukları Kitap Okumaktan Soğutan On Cümle”yi sizlerle paylaşmak istedim. Tam da şurada:


Hem çocukların hem yetişkinlerin heyecanla okuduğu; yaş sınırlaması olmayan kitaplarıma göz atmak isterseniz, onlar da burada:


Sevgilerimle!

Hanzade Servi


8 Kasım 2014 Cumartesi

BABAM VE BEN (*)

Nobel Edebiyat Ödülü'nü bu yıl Fransız yazar Patrick Modiano kazandı. Biri çocuk kitabı olmak üzere Türkçe'ye çevrilmiş altı eseri bulunan Modiano, ülkemizde çok satan ve tanınan bir yazar değil. Ödül vesilesiyle uzun yıllardır depolarda bekleyen kitaplar, yeniden basılacak ve okurla buluşacak gibi görünüyor.

İsveç Akademisi, Modiano'yu çağdaş novella ustası olarak tanımladı. Özgün bir dile ve kurguya sahip Modiano'nun bellek sanatıyla yazıya dökülmesi en zor olan insan yazgılarını yansıttığı ve işgal altındaki yaşamları ortaya çıkardığı için komite tarafından ödüllendirildiğini belirtti. Modiano'nun edebiyatını, bellek, zaman, unutma, hatırlama, hafızayı yitirme, geçmiş ve şimdi arasındaki sıçramalar üzerine inşa ettiği biliniyor. Eserlerinde sık sık çağdaş şehir insanının yakın geçmişlerini buruk bir hüzünle hatırlayışını işliyor. Bu yılın Haziran ayında Tudem Yayınları'ndan yayımlanan Babam ve Ben isimli çocuk kitabının da aynı edebiyat anlayışının takipçisi olduğunu söyleyebilirim.

Kitabın anlatıcısı ve kahramanı Catherine, sıradan bir New York'ludur. Hayatının ilginç ya da tuhaf bir yanı yoktur. Bir kış günü New York'ta 59. Caddedeki evinin penceresinden, yönetmekte olduğu dans okulunu izlemektedir. Küçük bir kız, gözlüklerini kendisinin onun yaşlarındayken Madam Dismailova'nın yaptığı gibi sandalyenin üzerine bırakınca bellek harekete geçer. Hatıralar bir bir saklandıkları yerden çıkar. Modiano, 1960'lı yılların Paris'ini adeta yeniden inşa eder. Kafeler, restoranlar, sokak ve cadde isimleri, metro istasyonları, tren garları gibi ayrıntılar bakımından zengin anlatı, Pıtırcık serisinin çizeri Jean-Jacques Sempé'nin insanın içini ısıtan çizgileriyle birleşince hiç zorlanmadan kendimizi Paris'te hissederiz. Bu dünyada bizi neler mi bekliyor? Catherine ve Georges Certitude (Gerçeklik), ülkesi Amerika'ya dönmüş, kızına düzenli mektup yazan dansçı bir anne, bitmek bilmeyen ahlak ve dil bilgisi dersleri veren Bay Gerçeklik'in iş ortağı Raymond Casterade nam-ı diğer Kanca ve diğerleri... Catherine babasıyla birlikte dükkânlarının üst katında yaşar. Yürüyerek okula gider. Haftanın iki günü okul kantininde yemek yer. Diğer günlerse babasıyla Le Picardie'de. Bay Gerçeklik iş randevularını Saint-Vincent de Paul Kilisesi'nin önündeki küçük parkta verir. Kanca bu durumdan hiç hoşlanmaz ve durmadan söylenir. Ama bunun bir çaresi vardır! Onu görmek ya da duymak istemedikleri zaman baba kız gözlüklerini çıkartırlar. İnsanlar ve nesneler keskinliğini kaybeder, her şey netliğini yitirir, sesler bile giderek daha boğucu bir hâl alır. Modiano, bu dünyayı öyle güzel, sıcak ve ustalıkla kuruyor ki zaman dursun, baba kız sonsuza kadar orada, öylece kalsın istiyor insan. Ancak zaman kendi hızında akmaya, bizi geleceğe taşımaya devam ediyor. Anlatı bitip yeniden New York'a döneceğimizi hissederken Catherine'in sözleriyle avunuyorum. “Hep aynı kalacağımızı düşünsek de geçmişimiz sanki sonsuzluğa uzanıyor. Catherine Gerçeklik adındaki küçük bir kız, Paris'in 10. bölgesindeki sokaklarda babasıyla dolaşmaya her zaman devam ediyor, biliyorum.”

Çocuk okurlar İngilizce ve Fransızca yer isimleriyle dolu metni okurken zorlanır mı bilmiyorum (kitabın arkasında yabancı sözcüklerin özgün okunuşları var.) ama bir kaç saatliğine de olsa gündemden uzaklaşıp bu dünyaya konuk olmak, baba kızın sonsuza kadar orada mutlu yaşayacağına inanmak bana iyi geliyor.

Babam ve Ben
Yazan: Patrick Modiano
Çizen: Jean-Jacques Sempé
Çeviren: Sibel Çekmen
Tudem Yayıncılık
İstanbul 2014
96 s
(*)Bu yazı 7/11/2014 tarihinde okumadan yatmayanların kitap tanıtım yazılarına yer veren çok yazarlı okuryatar isimli edebiyat sitesinde yayımlandı. Siteye ulaşmak için tıklayın.
http://www.okuryatar.com/babam-ve-ben-tugba-gurbuz/
 

6 Kasım 2014 Perşembe

GÜLÜMSETEN İMZA GÜNÜ ANILARI

Bu aralar başka başka işlerle dolu zihnim kimi keyifli, heyecanlı, kimi sıkıntılı... Hâl böyle olunca bloğu düşünemez oldum ama sözüm var, kötü kişi olmayacağım kendimle, yazacağım.
Ne yazacağımla ilgili en ufak fikrim yokken Ahmet Büke sosyal medyada gülümseten imza günü anılarını paylaştı. 33. İstanbul Kitap Fuar'ına sayılı saatler kala yazarlardan gülümseten imza günü anıları derlemesi fikri de böylece gelişti. Katkılarınızı her zaman bekliyorum. Duyduğunuz, okuduğunuz, başınızdan geçen gülümseten, ilginç imza günü anılarınızı yorum olarak yazın lütfen. 
Ahmet Büke
"En güzel imza günü anısı Diyarbakır'da idi. 'Abi, ben buranın delisiyim, kimsenin gitmediği yazarlarla lak lak ediyorum,' demişti. Öykü hayatta."
"Tabi ikinci sıra da şuna gidebilir: Bir kere de İstanbul'da, imza masasının beş metre ilerisinde bir sıra oluşmuştu. Herkes tavana falan bakıyordu. Meğer bizden sonra Can Dündar'ın imza günü için sıra tutuyorlarmış." 
Yekta Kopan 
"Bir kitap fuarında bana doğru geldiğini görünce gülümsediğim bir okur, 'Hüzünlü şeyler yazıp sonra da böyle gülmeye hakkınız yok!' demişti. Kitabımı imzalatmadan gitti güldüğüm için."
http://webtv.radikal.com.tr/kitap/2055/yekta-kopan-dan-ilginc-bir-fuar-anisi.aspx
"İzmir'deki bir kitap fuarında ise, hemen yanımdaki Tarık Akan'ın imza kuyruğunun uzun olduğunu gören bir okur, "Onun kuyruğu çok uzun, bekleyecek hâlim yok, sonuçta bir imza, sen de imzalasan olur," demişti."
http://filucusu.blogspot.com.tr/2010/11/imza-gunu.html
Müjdat Gezen
"Bir gün küçük bir çocuk geldi. Benim imza günüm var. Aziz abi (Aziz Nesin) yoktu o gün. Çocuk Aziz Nesin'in kitabını imzalamamı istedi. Evladım bu Aziz Nesin'in kitabı dedim. 'Olsun ikiniz de komiksiniz." dedi."
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24859156.asp



4 Kasım 2014 Salı

Camus-Sartre Çekişmesi-3

Ronald Aronson'un yazdığı Camus Sartre bir dostluk ve bitmeyen çekişmenin hikâyesi'nden okuma notlarımı paylaşmaya devam ediyorum.
Savaş Sonrası Vaatler
Milyonlarca insan evsiz, tutuklu ya da toplama kamplarındaydı. Açlık, kısıtlı imkânlar... Ancak bunlar özgür insanların aşabileceği engellerdi. Sokaklar nefret edilen Almanlardan ve aşağılık görülen Vichy milislerinden temizlenmiş, işgalin korkutucu gerilimi bitmiş, değişim başlamıştı. Bu günlerde Camus, direnişten çıkan Combat gazetesinin, Sartre ise yeni solcu bir dergi olan Les Temps modernes'in editörlüğünü yapıyordu. Gide ve Malraux gibi yazarların yerini almışlardı. İkisi de felsefe, eleştiri, romanlar, oyunlar, öyküler ve denemeler yazıyorlardı. Gazetecilik de çalışmalarının bir parçası hâline gelmişti.
İki yayın birbirinden olabildiğince farklıydı. Camus'nün yetenekleri ve ilgi alanı Les Temps modernes'in yönetiminin gerektirdiği teorik karmaşayı, incelikleri ve özgünlüğü içermiyordu. Sartre'ın daha soyut ve teorik tutkusuysa, ona bir gazete yönetecek yetileri kazandırmazdı.
Combat, bağımsız, kitlelerin zevkini doyurmaya çalışmaktan kaçınan, ticari olmaktan uzak bir yayın organıydı, özgür Fransa'nın temel iletişim aracı hâline gelmişti. Direnişten pek çok yetenekli kadın ve erkeğe iş ve yazma imkânı sunuyordu. Beauvoir, Portekiz ziyaretinde Combat için raporlar yazmıştı. O günleri şöyle aktarmaktadır: “Camus'den ne zaman yardım talep etseniz, bunu öylesine bir hevesle yerine getirirdi ki, bir başkasını talep etmekten asla çekinmezdiniz. Bunu hiçbir zaman kibirle yapmazdı. Genç arkadaşlarımızdan bir kısmı Combat için çalışmak istiyordu. Onların hepsini işe aldı. Sabah gazeteyi açmak posta kutumuzu açmak gibiydi.”
Gazete dağıtıma çıktığı anda tükeniyordu. Camus, gazete için sayısız makale yazıyordu. Sisyphos Söylencesi, Yabancı, Cezayir'de kaleme aldığı erken dönem deneme kitabı Düğün yeniden basılmıştı. 1945'in Eylül ayında Caligula'nın prömiyeri yapılmıştı. Aynı zamanda Veba romanı üzerinde çalışmaya başlamıştı. Camus, Combat henüz gizli yayımlanırken Mart 1944 sayısında basılan imzasız makalesiyle herkesi Direniş'e bağlılığa davet etmişti. Veba romanı da bu bağlılığı konu ediniyordu.
Roman, övgüye değer eylemlere gereğinden fazla önem atfedilmeksizin toplu bir tehdit karşısında yapılması gerekene dair kararlığı sergiler. Romanda, vebayla mücadele etmek gerekir. Çünkü yapılacak tek şey budur. Taşıdığı risklere karşı bunu yapmamak akla dahi getirilemez. Salgınla savaşmak herkesin görevidir. Bireyler, koşulların gerektirdiği eylemleri gönüllü olarak ve kararlılıkla yerine getirirler. Veba, salgına karşı mücadele veren kolektif ruha dair bir romandır ve yayımlandığı günden itibaren Camus'nün adı Nobel Edebiyat Ödülü için ima edilmeye başlamıştır. 
 

Bu günlerde Sartre ise Les Temps modernes'i yönetmektedir. Les Temps modernes, yalnızca edebiyat ve felsefe değil, dönemin her bir sorununu irdeleyen tüm diğer alanları içeren disiplinler arası bir dergiydi. Sartre, Beauvoir, Merleau-Ponty gibi yazarlarla kısa sürede Fransa'da hâkim kültürel dergiye döndü. Camus de dergiye davet edilmişti ancak o iş yoğunluğu nedeniyle reddetmişti. Onun yerini meslektaşı Albert Ollivier almıştı.
Özgürlükten kısa bir süre sonra Sartre, Çıkış Yok'u, işgal üzerine metinlerini, tiyatro ve varoluşçuluğu savunan makalelerini yayımladı, söyleşiler yaptı. Kasım ayının sonlarına doğru başlıca gazeteler Amerikan hükümetince, ABD'ye muhabir göndermeye davet edildi. Beauvoir o günleri şöyle anlatır: "Sartre'ı hiçbir zaman, Camus'nün kendisine Combat'ı temsil etmesini teklif ettiği günkü kadar neşeli görmedim." Sartre, 1945'in ilk bir kaç ayında ABD'de çalışmış ve Combat ile Le Figaro gazeteleri için Tennesse Vadisi Otoriteleri, Hollywood, Amerikan işçileri, Amerikan ruhu ve vatandaşları konulu otuz iki makale yazmıştır. 1945 sonbaharında Akıl Çağı ve Tecil yayımlanmış, Sartre meşhur konuşması "Varoluşçuluk bir Hümanizmdir"i sunmuştur. Varoluşçuluk bir anda herkesin ağzında dolaşır olmuştu. Camus de, Sartre ve Beauvoir ile birlikte varoluşçuluk tartışmalarının içinde yer alıyordu. Sartre ve Camus vakitlerinin bir çoğunu Saint-Germain-des-Pres'de yer alan bistrolar, mahzenler ve kafelerde diğer tanıdıklarıyla geçiriyorlardı.
Sartre, ABD'de Combat için muhabirlik yaparken bir konuşmasında arkadaşı Albert Camus'nün önemini anlatmıştı. Bu anlatı 1945 yılının Temmuz ayında Vogue dergisinde İngilizce olarak yayımlanmıştı. Sartre, savaş, yenilgi, işgal, direniş ve özgürlük deneyimlerinin ardından bir önceki kuşağa ait yazının "yavaşlamış, bitap düşmüş ve önemini kaybetmiş" olduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında direniş ve savaşın bir sonucu olarak yeni bir edebiyatın doğduğunu ve onun en iyi temsilcisinin Albert Camus olduğunu beyan etmişti. Yabancı ve Sisyphos Söylemi savaştan önce tasarlanmış ve büyük ölçüde yazılmış, daha sonra savaş yılları yazınları olarak yeniden düzenlenmişti. Sartre, Camus'nün anlamsızlık temasını savaşın vahşeti ile bağdaştırıyor, Camus'nün karamsarlığının sağlıklı ve yapıcı olduğunu iddia ediyordu. "İnsanın kendini bulduğu an, tüm ümidini yitirdiği andır, çünkü o zaman ancak kendine güvenebileceğini bilir. Ölümün daimi mevcudiyeti, devam eden işkence, Camus gibi yazarların insanın güç ve sınırlarını sınamasını sağlamıştır. "İşkenceye çekildiğimde konuşacak mıyım ?'' sorusunun her an akılda olduğu uç bir durumda yaşayan Camus ve diğer Direniş yazarları insanı yalnızca psikolojik ya da sosyal bir varlık olarak değil, aynı zamanda da "bir bütün, metafizik bir varlık" olarak ele aldılar ve acının en yoğun olduğu anda bile insanlığa bir yer olduğunu öğrendiler."
Sartre, bir taslağını henüz okuduğu ve tamamlanması ve yayımlanması bir iki yıl daha alacak Veba'yı Amerikalı okurlara tanıtıyordu. 25 yıl sonra Sartre, biyografisinde kullanılmak üzere kendisiyle yapılan bir söyleşide, Camus'nün Alman işgalini vebaya benzetmesini, salgının nedensizce gelip nedensizce gitmesini aptalca bulduğunu söylemiştir. İlerleyen yıllarda Camus ile dostluklarını, Camus'nün onun esin kaynaklarından biri olduğunu inkar etmiştir. Dostluklarının devam ettiği yıllarda görüş açılarının benzerliğinden bahsettiği hâlde daha sonra çok az ortak noktaları olduğu yargısına vararak kendisiyle çelişmiştir. Sartre'ın beyanları Beauvoir'ın döneme ait hatıralarıyla da çelişmektedir.
Sartre bu dönemlerde "sanat için sanat" nosyonunu bir sorumsuzluk biçimi olarak reddediyordu; bireyleri, özellikle de yazarları tarihi dünyaları içine yerleştiriyor ve ardından da adanmış bir edebiyat çağrısında bulunuyordu:
Yazarın kaçmak için hiçbir yolu olmadığından, ondan çağına sıkı sıkı tutunmasını istiyoruz; onun tek şansı budur: Çağ kendini onun için yaratmıştır ve o da bunun için yaratılmıştır. Balzac'ın 1848 Devrim'ine kayıtsızlığı, Flaubert'in komünü yanlış anlaması esef duyulacak şeylerdir. Kişi onlar adına üzüntü duyar. Bu noktada onların sonsuza dek kaçırdıkları bir şey vardır. Biz çağımıza dair hiçbir şeyi kaçırmak istemiyoruz. Belki daha güzel bir çağ olabilir ama bizimki budur. Bu savaşın, belki de bu devrimin ortasında yaşayacak yalnızca bir hayatımız var.
Her kelimenin sonuçları vardır. Her sessiz kalışın da. Ben Flaubert ve Goncourt'u Komünün ardından gelen baskıdan sorumlu tutuyorum, çünkü onlar Komünü savunmak için tek bir satır bile kaleme almadılar. Bunun onların sorumluluğu olmadığı söylenebilir. Peki ya Calas duruşması Voltaire'in sorumluluğu muydu? Ya Dreyfus'un mahkum edilişi, Zola'nın sorumluluğu muydu? Kongo hükümeti Gide'inki miydi? Bu yazarların her biri, hayatlarının özel bir ânında, bir yazar olarak sorumluluklarını yerine getirmiştir. İşgal de bize, bizim sorumluluklarımızı öğretmiştir. Çağımızda varoluşumuzla eylemde bulunuyorsak, bu eylemin üzerinde düşünülmüş bir eylem olması gerekmektedir.
Sartre'ın çağrısı anında icabet edilen bir gayeye dönüşmüştü. Bu eylem çağrısı Sartre'ın tarihle olan randevusunu artık kaçırmayacağını gösteriyordu. Camus ise yazarın özgürlüğünü savunuyordu.
"Kendini bir davaya adamış insanları, bağlılık edebiyatına tercih ederim. Kişinin hayatındaki cesaret ve eserlerindeki yetenek bu o kadar da kötü değil. Dahası yazar istediğinde kendini adayabilir. Onun önemi itici gücünde yatmaktadır. Ama şayet bu bir yasaya, bir işleyişe ya da teröre dönüşecekse, bunun önemi nerededir? ... Öyle görünüyor ki bugün baharla ilgili bir şiir yazmak, kapitalizme hizmet etmek anlamına gelecektir. ...Onları çalışmalarında daha az, gündelik hayatlarındaysa biraz daha fazla bağlı görmeyi tercih ederdim."
Sartre politikleştikçe Camus'nün kişisel gelişimi de paralel bir çizgide ilerliyor ama kimi zaman Sartre'ın izlediği yola zıt bir yön alıyordu. Bu gelişimi anlayabilmek için Camus ve Sartre'ın hem Sovyetler Birliği hem de Fransız Komünist Partisi'nce ihmal edilen temel soruna dair yaklaşımlarına dönmeliyiz. İki adamın Komünizm'e yaklaşımları siyasi gelişimlerinin bir parçası idi: Sartre ve Camus'nün savaşın akabindeki tüm siyasi-entelektüel çabaları Komünist olmayan solu güçlendirmeye dairdi. "Siyasi realizmi" reddetmeleri kısmen Komünist bakış açısını reddetmeleri anlamına gelmekteydi. Her ikisi için de PCF büyük önem taşımaktaydı. Komünizm Camus'nün düşmanı, Sartre'ın gözdesi olacaktı.
*Yazıdaki görsel www.prezi.com adresinden alınmıştır.